2012’nin sonlarından 2014’ün başlarına değin, henüz Suriye’den Türkiye’ye gelmeden önce birçok öykü yazdım hızlı bir şekilde. O dönemde İdlib’de, geçirilen aylar herkes için çok kötüydü. Savaşlar etrafımızda ve evler arasında kol geziyor, her taraf bombardımana teslim oluyordu. Hatırladığım kadarıyla 2013 kışıydı. Günlerimi İdlib’de tanıdıkların yanında, bilindik yerlerde saklanarak ve birçokları gibi kalabalık sokaklarla gün ışığından kaçınarak geçiriyordum. “Ne Kadar da Zarifler” ve diğer birçok öyküyü, o korkunç günlerde yazdım. Bu dönemin öykülerini diğerlerinden ayıran şey, fikri ya da bir parçası oluşan ve daha sonra üzerinde çalıştığım öteki metinlerin aksine bu öykülerin neredeyse zihnimde tamamlanmış olarak yazılıyor olmasıydı.O zamanki deneyimlerime göre sanırım hızlıca yazıyordum. Şartlar, çok fazla sanatsal dokunuşu ve yeniden yazmayı kaldıramayacak kadar ağırdı. Ayrıca görünüşe göre insan, zor zamanlarda daha iyi adapte oluyor ve gerçekleştirme konusunda daha büyük bir güce ulaşabiliyordu. Kanımca ben öykülerle savaşıyor, öykülerle bombalar atıyor ve yine onlarla ateş ediyordum. Ölebiliriz diye düşünüyordum, bu yüzden de arkamızda, gelecek nesiller için anlatacağımız bir şeyler bırakmamız gerektiğine inanıyordum. Bir anlamda bizlerin de bir zamanlar buralarda yaşadığımızın hikâyesi bu.
OKUL PİYESLERİNDE ROL ALDIM
Erken yaşta yazmaya başladım. Bu konuda aileden doğrudan bir yönlendirme olmadı. Bununla birlikte ev ortamı, çocukluğumdan bu yana yazmak için kusursuzdu. Yazar, gazeteci, muhalif ve marksist bir baba; üstüne bir de sinema, tiyatro ve müzikten hoşlanan ebeveynler... Çocukluk dönemimde büyük evimiz, entelektüel ve solcular için daima bir toplanma yeriydi. Dahası evde en önemli dünya klasikleri de dahil olmak üzere 10 binden fazla kitap içeren devasa bir kütüphane bulunuyordu. Okul piyeslerinde mütevazı bir tiyatro oyuncusu olarak çalışmalarıma ilaveten, mütevazı bir şekilde yazmaya gençliğimde başlamış oldum. Kanaatimce çocukluğumdaki çevre, bir yazarın doğması için oldukça uygundu ama bu kesin böyle olacak diye bir şart da söz konusu değil. Zira biri erkek diğeri kız iki kardeşim, aynı çevrede yaşadıkları halde büyüdükten sonra yazar olmadılar.
Suriye’de emniyet birimleri tarafından resmen aranan biri olduktan sonra 20 Nisan 2014 tarihinde Türkiye’ye geldim. 2014’ten beri Türkiye’deyim ve çalışma koşullarıyla iş arayışımdan ötürü Gaziantep, Reyhanlı, Antakya, Mersin, İstanbul gibi birçok yerde hareket halinde yaşadım.
YARA HALA KANIYOR
Savaşın başlangıcında ortaya çıkan edebiyat hakkında şimdilik bir hüküm veremeyiz. Bu, tablonun daha sonra tamamlanabilmesi için daha uzun bir zamana, daha fazla yazıya, çeşitli ve farklı kalemlere, çoklu görüş ve vizyonlara ihtiyaç duyan tarihi bir aşamadır. Bununla birlikte genel olarak bölgemizdeki edebiyatın ve tabii ki edebiyatçıların, trajediyi iyi bir şekilde temsil edebilmek için yeterli güç ve desteğe sahip olmadıklarını düşünüyorum. Dünya ülkeleri arasında mekik dokuyan bu yazarların çoğu, yaşamları için gerekli şeyleri hâlâ zar zor temin edebiliyorlar. Ayrıca yara kanamaya devam ettiği için hâlâ şok ve tepki aşamasında yaşıyoruz. Bu yüzden yaşananları edebi olarak dengeli bir biçimde incelemeye çalışmak oldukça zor. Ancak genel olarak edebiyat sahası son 10 yılda, özellikle roman ve sinemada, bu aşamanın mükemmel şahitleri olan birçok seçkin edebi deneyimin ortaya çıkmasına tanıklık etti.
BİZLER SİZİN HİKAYELERİNİZİ OKUDUK
Bu bölünme, kuşkusuz, öncelikle siyasi görüşlerin ayrışmasından; ikinci olarak da gerçeği anlama yollarının farklılaşmasından kaynaklanıyor. Ne yazık ki her yazarın özel tarihi, onun kendi görüşlerinin oluşmasında rol oynamıştır. Ancak genel olarak diktatörlüğün tarafında yer alan edebiyat, edebiyatçıya sadece zarar verir. Geçen yüzyılın ortalarında, Almanya’da Hitler’in yanında olan nice yazar var ki şimdilerde onlara ve ürünlerine ne Almanya’da ne de dünyada saygı duyuluyor.
Onlara diyeceğim şu ki: Sizler diktatör askeri rejimlerin gölgesinde acı çekerken, bizler sizin büyük hikâyelerinizi Orhan Kemal, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal’in kalemlerinden okuduk. Şimdi, askeri diktatörlükten çektiğimiz acıların hikâyelerini okuma sırası sizde. Ayrıca tüm dost halklar, Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” gibi güzel şarkılarımızı hep beraber söylemeli.