17 Aralık her şeyden önce, siyasi olmayan bir grubun devlet içindeki konumlarını kullanarak bir siyasal misyon doğrultusunda hareket etmesidir. Demokrasiler açık sistemlerdir. Demokrasileri açık sistem kılan özelliklerden birisi de, aktörlerin belli olmasıdır. Demokrasinin dayandığı temel ise halktır. Halk, yakınlık duyduğu örgütlenmiş partiler ve ideolojiler aracılığıyla siyasete katılır. Anti-demokratik rejimler ise, halka hesap vermeyen, halka bağlı olunmayan, devletin içinde örgütlenmiş grupların, siyasal elitlerin rejimleridir.
Demokratik sistemin aktörlerinin hangi amaçla olursa olsun, açık siyasi kadro niteliği taşımayan unsurlar tarafından açığa düşürülmesi, cezalandırılması, zayıflatılması veya tasfiye edilmeye çalışılması, anti-demokratik girişimlerdir. Bu unsurların gerekçesi, yolsuzlukla mücadele, hukuk sistemine uyulmaması olabilir. Ama hiçbirinin meşru bir temeli yoktur.
Devlet içinde örgütlü bir grup ister Marksist, ister anarşist duruşa, ister kendilerine göre bir din anlayışına sahip olsun, seçilmiş siyasetçilerin önünü kesmeye, fonksiyonlarını engellemeye çalışıyorsa, karşımızda meşruiyet dışı bir örgütlü yapı var demektir.
Türk devleti, 'paralel yapı' diye adlandırılan türde örgütlenmelerle mücadele konusunda yetersizdir. Çünkü Türk devleti henüz bütünüyle demokratikleşemedi. Türkiye askerî vesayetten kurtulmaya çalışırken devletin içinde bir yapının eski vesayetin yerini almaya çalıştığı anlaşılmakta.
Devletin içinde konum elde etmiş bazı kişiler, güçlerini artırmak ve meşrulaştırmak için bazı dosyalar hazırlayarak bunu siyasal bir olay hâline getirmiş durumdalar. Türkiye, bürokraside edindikleri konumlar üzerinden siyasete müdahale eden bu tür bir yapılanma anlayışıyla mücadele etmeli ve elbette yolsuzlukla da mücadele etmelidir.
Meselenin sadece Türkiye'nin demokratikleşmesini kesintiye uğratmak, bürokraside yer tutmuş bir grubun iktidar arayışı olmadığını düşünüyorum. Meselenin uluslararası bir boyutu olduğu açık. Türkiye'nin Arap Baharı ile başlayan, hatta daha öncesine dayanan süreçte Ortadoğu'da, İran'dan Turan'a kadar yeni bir siyaset dili ve diplomasi oluşturmasından kaynaklanan bir rahatsızlık var bazı çevrelerde. Özellikle, halkını bombalayan Suriye'deki Baas rejiminin düşürülmesi konusunda başlangıçta Türkiye'yi ikna etmeye çalışanların Türkiye'yi yalnız bırakması meselesi var.
Dindar insanlardan oluşan bir yapı olarak cemaatin böyle bir oluşumda, operasyonda olması, hatta olduğunun konuşulması bile üzücüdür. Fakat karşımızda bir operasyon var. Ben, bu operasyonu devlete sızmış bir grubun yaptığını düşünüyorum. Hem Türkiye, hem de bu unsurların içinden çıktığı yapı ciddî bir sorunla karşı karşıyadır. Dindar bir yapının bu operasyonun içinde olması, bu yapıların içindeki yabancı etkisiyle açıklanabilir ancak. Bir yapının içinde yabancı etkisi yoksa, Türkiye'nin büyük projelerine karşı çıkacak unsurlar o yapıda barınamaz.
Esas rahatsızlık birkaç noktada toplandı. Türkiye'nin millî bağımsızlık ilkesiyle siyaset yapması bazı çevrelerde büyük bir rahatsızlık uyandırdı. Burada Başbakan Erdoğan'ın hedef olmasının sebebi 'millî' olmasıdır. Türkiye, Kürtler üzerinden bir iç savaşa götürülmek istenmiştir. Ayrıca, Türkiye'nin ekonomik gücü yıkılmak istenmiştir. Fakat son on yılda Başbakan, bu planları bozacak millî bir tavır içinde olmuştur. Bunları yaparken Başbakan'ın 'tek bayrak, tek vatan, tek devlet' çizgisinde olması, Başbakan'ı hedef haline getirmiştir.
17 Aralık'ın başlangıcı aslında 7 Şubat'tır. 7 Şubat'ta Türkiye'nin MİT müsteşarına operasyon yapılmıştır. MİT müsteşarına operasyon yapılması, bizzat Başbakan'a operasyondur. MİT'in geçmiş siciline ve ilişkilere rağmen toparlanma hamlesi, Batı tarafından kabul edilmemiştir. Kim üstlenirse üstlensin 7 Şubat MİT operasyonu, dış kaynaklıdır. Bugün MİT'e yönelik saldırı, çözüm sürecine, demokratikleşme hamlesine ve millî stratejiye saldırıdır. Bunu böyle bilmeliyiz.
Çözüm süreci dostlarımızı da, düşmanlarımız da rahatsız etmiştir. Çözüm süreci, 30 yıldır Batılı ve bölgesel istihbarat örgütlerinin Türkiye üzerindeki hesaplarını desteklemek ve Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak için başvurduğu bir sorunu tasfiye etme amacını taşımaktadır. Çözüm süreci, millî bir projedir ve bu proje MİT'indir. 'Bölge gitti' propagandası yapanlar da, bu projeyi boşa çıkarmak isteyenlerdir. Onlara itibar etmemek lazım.
Türkiye Ortadoğu'da ve hatta Türk dünyasında yeni bir nüfuz alanına sahip oluyor ve bu bölgedeki bazı ülkeleri Türkiye ile paralel hareket etme eğiliminde. Meselâ bugün Irak'ın bütünlüğünü sağlayan Türkiye'dir. Tüm bu etkiyi neo-Osmanlıcılık olarak algılayan bir uluslararası aktör, Batı var. Batı sistemi, Ortadoğu'da, ancak kendi denetiminde bir değişime razı olur. Bölgesel siyaset dengesinde Batı'nın bir hassasiyeti de İsrail'dir. Türkiye bu şartlar altında, bölge halkları ve kendi çizgisi doğrultusunda bir diplomasiyi tercih etmiştir.
Türkiye'nin uluslararası sisteme kabul edilmesini sağlayan iki önemli olay vardır. Bunlardan ilki, hilafetin kaldırılması ile Türkiye'nin İslâm dünyasına dair bir talebinin olmayacağı yönünde mesaj verdiği Lozan Antlaşması. İkincisi ise, Sovyet tipi bir kalkınma modeli benimsenmeyeceği mesajının verildiği İzmir İktisat Kongresi. Oysa artık 1920'lerin dünyasında yaşamıyoruz. Türkiye, 21. Yüzyıl'ın başında sermayesi, demokrasisi, bankaları ile farklı bir konumdadır. Türkiye'yi eski pozisyonunda görmek isteyen Batı gerçekçi değildir. Batı, Mısır'da darbeyi, Suriye'de rejimi destekleyerek eski alışkanlıklarını sürdürmektedir. Batı bir yandan da, Özgür Suriye Ordusu'na (ÖSO) yapılan insani desteği de, Türkiye'deki 'paralel yapı' marifetiyle ortaya çıkarmakta ve engellemektedir. Hatay'daki TIR hadisesi budur.
Amerikan ve Batı basınında Türkiye'yi El Kaide ile ilintilendirmeye çalışan yayınlar var. Halbuki, Türkiye El Kaide'ye karşı ÖSO'yu destekliyor. Buradan bakıldığında, Türkiye'deki paralel yapı ile küresel sistem arasında bir bağlantı olduğu görülüyor. Geçmiş darbelerin dış bağlantılarla ve bazı güçlerin onayıyla gerçekleştiğini biliyoruz. Bu operasyon da bu şekildedir.
Çok şaşırdım. Türkiye'nin büyük işadamlarının ve 'dinî bir grubunun' böyle bir ilişki içinde olması, tıpkı birçok insanı olduğu gibi, bir Müslüman milliyetçi demokrat olarak beni de rahatsız etti. Keşke, 'bu görüşmelerin dinlenmesi yanlıştır' yerine 'bu tür görüşmeler olmamıştır' açıklamasını duysaydık.
Türkiye bu zor dönemi aşacaktır. Demokrasimiz atanmışlarla değil, seçilmişlerle yürüyeceği bir mecradadır. Yapılan kamuoyu yoklamaları, bu operasyonu yapan örgütün güç ve prestij kaybettiği yönündedir. Bu operasyonlar bir süre daha devam edebilir. Ama ben son tahlilde, meşru devlet nizamı, devlet içinde belli yerlerde örgütlenmiş ve siyasal amaçlar güden bu gayrımeşru unsurları tasfiye edecektir. Bu unsurlar, uzun vadede Türkiye'nin kazanacağını bilmelidir. Bu gayrımeşru yapıya karşı inisiyatif şu anda tamamen devlete geçmiştir.
Kuvvetler ayrımına darbe vuran bir düzenleme değildir. HSYK teklifi, meşru sistemi güçlendirecek niteliktedir. Bu düzenleme ile, bürokrasinin vesayet girişimi kırılmaktadır.