|
Kendi halinde

“İlkbaharı geride bıraktık ve yazın ortasına kadar geldik” dedi kan ter içinde yürüyenlerden biri diğerine, “buradan geri dönmenin bir manası yok artık!”



Bazen geçmişten hatırladığım herhangi bir şeyin, halen yaşamakta olduklarımdan çok daha fazla hayatım olduğunu hissediyorum.

“Ruhumuz bir denizdir ki açılmış sükûn için,/ Sessizlik enginlere inen bir kuğu./ Giden çocukluğumu duyurmaktadır/ Yıldızların sonsuz çocukluğu.” diye yazmış ‘Balkon’ şiirinde Fazıl Hüsnü Dağlarca.

Köydeki ahşap ev, dedemin evi, annemin babası olan dedemin evi... Dedemi, diğer dedem ve ninelerim gibi hiç görmedim, ben doğmadan Hakk’a yürümüştü hepsi. Ben dedemi daha ziyade evinden bildim, dedemden sonra dayımın oturduğu evden, ki o da rahmetli oldu sonra. İki katlı ahşap ev, üst katında iki oda bir geniş sofa ve duvarlarında asılı dizi dizi kestaneler... Elma kokusu sonra, armut kokusu, ayva kokusu her yanda. Alt katta karşılıklı iki kapı, iki bahçeye açılan... ortada yine genişçe bir sofa... Sofada bir sedir... Yazın serininde oturulan, çay içilen, tütün dizilen... Sofanın tavan kirişinde çamurdan muntazam bir kırlangıç yuvası... Bir kapıdan girer kırlangıçlar, diğer kapıdan çıkar... İzle izle doyamazsın. Sofanın bir yanında bir oda, diğer yanında mutfak gibi de kullanılan bir başka oda... Ocak var içinde, toprakla yapılıp sıvanmış... yan tarafta ayrıca bir maşınga soba, eskiler bilir, bir tarafı soba, bir tarafı fırın... Üstünde çaydanlık, güğüm, hazne... Sıcak su hazır olsun diye, bin bir türlü iş için... Fırında kara undan ekmek, patates, üstünde yine kestaneler... Bütün bu manzarayı tek celsede hafızama çağıran ses, işte bu odanın kapısının gıcırdayan sesi... Dünyada bırakın rahatsız olmayı, eni konu sevdiğim tek gıcırdama sesi... O ahşap ev yıkılalı çok oldu, bir betonarme bina var şimdi yerinde... Ama hafızamda o kapı gıcırdamaya devam ediyor. O gıcırdadıkça, eski bir kitabın sayfaları gibi kat kat açılıyor o ahşap evin her bir köşesinin ayrıntıları hafızamın içinde. Bir şifre gibi adeta o ses, dedemin evine dair ne varsa hafızamın içinde ulaşılabiliyor o şifreyle. İnsan ne garip! Hadisatı neresinden tutuyor, hatırasını neresinde saklıyor, neyi nereden nasıl hatırlıyor, esrarına ermek mümkün değil! Mekanik bir izahı yok hafıza sistematiğimizin. Belki bir sistematik de diyemeyiz buna. Ama şunu biliyorum, içimizde geçmişin izini sürmek güzel, hem de çok heyecan verici... Geçmişe ait nedenlerin, nasılların üstünde düşünmek, sezivermek bazı şeyleri, küçük anlamlı irtibatlar kurabilmek yaşadıklarımız hakkında... Bir film seyretmek gibi, kendi kendimizin hiç bitmeyen, içe doğru ilerleyen ve daima şaşırtıcı ve heyecan verici olabilen filmini...

“Gitgide sararıp solan yaralı bir yaprak gibi savrulup duruyordu sokaklarda, kırlara çıkıp dikenlerin arasında yürüyordu kimi zaman, buğday tarlalarının ortasına yatıp saatlerce gökyüzüne bakıyordu. Kuşlarla kuş oluyordu böyle anlarda, bulutlarla bulut oluyor ve uçsuz bucaksız bir mavilikte, aklından küçücük bir şey bile geçirmeden, belki aylar, yıllar ya da asırlarca dolaşıyordu. Onun, bağların arasında bir yere dizüstü çöküp gözlerini karıncalara çivileyerek, sabahtan akşama dek hiç kıpırdamadan durduğunu görenler de vardı” diye yazmış bir ‘kendi halinde’liği Hasan Ali Toptaş, ‘Gölgesizler’de.

Yapılan bütün telkinlere karşılık zamanın içinde geriye doğru yürümekte ısrar eden insanlar da var.

“İnsan” dedi meczup, “bazen çok burnumda tütüyor!”

#Fazıl Hüsnü Dağlarca
#Hasan Ali Toptaş
5 yıl önce
Kendi halinde
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı