|
Bir nimetin değeri ancak yokluğuyla anlaşılır

Medn
/ medenîlik ve
deyn
/ dünya kelimeleri ile türevlerinin din kelimesinde mündemiç olduğunu bu nedenle, geçmiş zaman sözlüklerimizde bunlardan birinden söz edilirken diğerine a priori olarak göndermede bulunulduğunu ifade ederek, medeniyetçiliğin bir ahir zaman ideolojisi olarak zuhurunun izlerini yine sözlüklerden sürme gayretindeyken yolumuzu
el-Attas
’ın zorunlu bir patika olarak gördüğümüz bir yorumuna uğratmıştık.

El-Attas, önceki yazımızda bir kısmını alıntıladığımız o yorumunu şöyle tamamlıyordu:

“Dâne
kelimesinde mündemiç olan olan zıt anlamlar dahil saydığımız tüm anlamlar, ancak
müdûn
ya da
medâin
’le ifade edilen
kasaba
ve şehirlerde, ticari hayatın varlığını gerektiren örgütlü toplumlarda uygulanabilir imkanlardır. Kasaba veya şehrin bir
hâkimi, yöneticisi
ya da
valisi;
yani
deyyân
’ı vardır. Böylelikle, burada daha şimdiden sadece
dâne
fiilinin çeşitli kullanımlarında, zihnimizde medeni hayata; yani kanun ve nizama, adelet ve otoriteye sahip toplumsal hayata dair bir tablonun ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da en azından kavramsal olarak başka bir fiil olan
meddene
ile ilişkili olup şu anlama gelmektedir:
Şehir kurmak ya da şehir inşa etmek,
medenileşmek, zarifleşmek
ve
insanileşmek
. Sosyal kültürde medeniyet ve
zarafet
anlamına gelen
temeddün
ise
meddene
’den türeyen bir başka terimdir. Böylelikle, borçlu halde olmanın birincil anlamından,
küçük düşmek
, (bir efendiye)
hizmet etmek, köle olmak
gibi diğer anlamları türetiriz.
Hâkim, yönetici
ve
vali
anlamlarını içeren terimden de
(deyyân), kudretli, güçlü, kuvvetli olma; bir efendi, yüksek rütbeli kişi
ve şeref sahibi olma; ayrıca, (kararlaştırılmış bir zamanda)
hüküm,
ceza
ve
hesap
gibi anlamlar türetilmiştir.
Din
kavramından türetilmiş tüm bu anlamlarda aslen mevcut olan kanun ve nizama, adalet ve otoriteye, toplumsal kültürel zarafete ilişkin mefhumun bizatihi kendisi yankısını kanun ve düzende, adalet ve otoritede, toplumsal kültürel zarafette bulan şeyle tutarlılık arz eden bir tavrı, yani bütün bunlarla ilgili
normal
görülen
hali
veya davranış tarzını gerektirir.
Öyle ki bu
varlık hali,
mutad
ve
alışılmış bir hal
dir. O halde, bundan
din
kavramının
adet, alışkanlık, fıtrat
ve
istidat
şeklindeki diğer birincil anlamının türetilmesinin arasındaki mantığı görebiliriz.
Bu bağlamda en temel anlamda din kavramının aslında insanın toplum meydana getirme, kanunlara boyun eğme ve adil yönetim arayışında olma konusundaki istidadının tam bir delaletle yansıttığı giderek açık hale gelir. Gözümüzün önünde canlanmakta olan
din
kavramında aslen mevcut olan bir
mülk,
yani
kozmopolis
fikri, daha derin bir din anlayışı elde etmemizi sağlama konusunda çok önemlidir...” (İslam Metafiziğine Prolegemona, Trc.: İlker Kömbe, Küre Yayınları, İstanbul 2016)

Bu bilgilerden sonra tekrar ifade edecek olursak, dinin dünya ve medîn oluşunun İslam düşüncesi esasında ayrıştırılmadığı ve malûmu ilâm anlamına gelmesi bakımından bunun makul ve makbul de görülmediği ilmen hakikattir.

Ahter-i Kebîr
üzerinden baktığımızda da 16. Yüzyıl’a kadar da bunun böyle olduğunu görüyoruz. Nitekim el-Attas’ın hem bir modern zaman düşünürü olması hem de konuyu doğru çerçevelemeyi önemsemesi bakımından medeniyet kelimesi, toplum - şehir ilişkisine, bir arada yaşama ihtiyacına dikkatimizi ilk çekenler olarak Farabî (v. 950) ve onun izinden yürüyen İbn Bâcce (v. 1139) ile tarih ve sosyoloji ilimlerinin de babası olarak kabul edilen İbn Haldun (v. 1406) tarafından muteber bir kelime olarak görülmemiş, sanki
din -medn - deyn
kelimelerinin anlam ilişkisinde yeni bir ayrımla farklılaştırmaya sebep olmamak için, Osmanlı’nın son devirlerindeki gibi medn kökünden özel bir kelime icat etme yoluna gidilmemiş, bunu yerine her biri aynı zamanda bir kuram niteliği taşıyan
fâzıla, erdem, mütevahhid, umrân, hadâre
… terimlerinin kullanması tercih edilmiştir.

Sözlüklere tekrar dönmeden, şunu da peşinen ifade etmiş olalım: Osmanlı ve cumhuriyet devri özelinde medeniyetçiliğin doğuşunda, kaybedilenin kıymetini geç takdir etmenin etkili olduğu görülmektedir.

Zaten, kendisine verilen nimeti, imkanı kaybetmeden onun değerini tam anlayamaması insanın hakikatindendir.

Buna göre öncelikle şu iki şeyi kaybetmiş olmalıyız: a) Allah’ın ve Peygamber’inin öncelediği kelimeleri öncelemekteki ihmalkarlığımız, b) Bir nimeti, imkânı kaybetmenin ve ancak bundan sonra onun değerini takdir etmenin adeta zorunlu bir hâl olduğunu unutmamayı unutuşumuz.

Sonraki yazımızda buradan devam edelim inşallah.

#Kozmopolis
#Din
#İstinad
#Fıtrat
2 yıl önce
Bir nimetin değeri ancak yokluğuyla anlaşılır
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü