|

Çin-ABD krizinde Trump tek sebep mi?

Yeni Şafak
04:00 - 21/08/2018 Salı
Güncelleme: 02:30 - 21/08/2018 Salı
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
Kadir Temiz - İstanbul Şehir Üniversitesi

Başarılı bir Amerikan şirketinin en önemli varisi ve Obama’nın son Ticaret Bakanı olan Penny Pritzker geçtiğimiz hafta Bloomberg’de bir makale yayımladı. Makale Pritzker’in Çinli mevkidaşı Wang Yang’ın Kasım 2016’daki Amerikan başkanlık seçimlerinin hemen ardından gerçekleşen ziyareti ile ilgili bir anekdot ile başlıyordu. Wang Yang’ın Trump’ın nasıl seçilebildiğine dair meraklı sorusuna Pritzker ilginç bir cevap veriyor: “Çin yüzünden”. Bilindiği üzere Trump neredeyse bütün seçim kampanyasını Çin aleyhtarlığı üzerine kurgulamıştı. Wang Yang’ın şaşkın bakışları arasında Pritzker yazının da ana fikrini özetleyen şu cümle ile sözlerini tamamlıyor: “Çinli liderlerin Trump’ın Çin aleyhtarlığının nereden kaynaklandığı üzerine ciddi bir şekilde kafa yorması gerekiyor.” Zira tek sorun Trump değil.

TUTARSIZ LİBERAL ARGÜMAN

Yazının kalan kısmında Çin’in sorumlu bir küresel ortak olarak davranması gerektiği tezini işleyen Pritzker aslında uzun yıllardan beri tartışılan bir konuyu yeniden gündeme getiriyordu. Çin büyüdükçe ABD ile ilişkilerindeki yapısal ve konjonktürel sorunlar da büyüyordu. Dolayısıyla Amerikalı bir siyasetçi ve iş insanı olarak Pritzker mevcut küresel düzen ve kurumlar ile çatışan değil onlarla uyumlu bir Çin’in ABD ile daha yönetilebilir ilişkiler kurabileceğini vurguluyor.

Bu tutarsız liberal argümanın aslında çok da yeni bir tartışma olmadığını biliyoruz. Çin’in büyümeye başladığı 90’lı yıllarda özellikle uluslararası ilişkiler literatüründeki yoğun tartışma Çin tehdidi ve Çin’in küresel sistemle bütünleşmesi tartışmalarıydı. Aslında Pritzker ABD’nin hegemonyasını sürdürdüğü, küresel ekonomik ve siyasi düzenin tek karar alıcısı olduğu ve diğerlerinin de bu düzen içinde en fazla danışarak ve onunla müzakere ederek bir değişim talebinde bulunabileceği bir dünya tasavvuru sunuyor. Bir yanda işbirliği içinde kurumlar ve sistemle bütünleşmek önerisi yer alırken diğer yandan bu kurumların çarpışık, eşitsizlikleri körükleyen, çatışmaları besleyen yönlerini ve adaletsiz yapılarında reform taleplerini görmeyen liberal bir argüman.

ABD-Çin ilişkilerinin, yani dünyanın en önemli iki ülkesi arasındaki ilişkilerin ısrarla yukarıda bahsedilen gerçekliği görmeden, tarihsel dönüşümleri hesaba katmadan, diğerlerinin tarihte özne olarak ortaya çıkışlarını engelleyerek ve tek taraflı çözüm önerileri ile anlaşılma çabası çok naif. Pritzker’in de vurguladığı gibi sorun sadece Trump ile ilgili değil belki de sorunun en önemli sebeplerinden biri mevcut liberal küresel kurumların ciddi bir reform sürecinden geçmeden ayakta kalabileceğine inanmak. Ve diğer ülkeleri de buna ikna etmeye çalışmak.

GÜÇ İLİŞKİSİNDE STATÜ BELİRLEME SORUNU

Bugünlerde ticaret savaşları ve ekonomik ilişkiler ABD-Çin arasındaki gündemi domine etse de son yıllarda Çin’in ABD ile karşı karşıya geldiği dış politika sorunlarının sayısındaki artış bile meselenin bütünleşme ve tehdit diyalektiğinin dışında ele alınmasını gerekli kılıyor. Daha yalın bir ifade ile asıl sorun dominant bir güç ile ona meydan okuma kapasitesi en yakın ve en yüksek olan potansiyel dominant güç arasındaki ilişkilerin statüsünün belirlenmesi sorunudur. Çin artık de facto müdahalelerle bu yeni düzenin yeniden tanımlanması için bir direnç gösteriyor. Bu direnç alanları şu an için Soğuk Savaş’taki gibi küresel anlamda siyasi, ekonomik ve ideolojik bir rekabete dönmüş değil. Ancak dönmeyeceğine dair elimizde olumlu veriler de yok.

2000’li yıllardan bu yana Çin dış politikasının seyrini kısaca takip etmek bile bize Çin’in liberal küresel kurumlar ve düzenle kolaylıkla bütünleşmeyeceğini gösteriyor.

Mesela, ABD-Çin ilişkilerinin artık sorumlu bir ortaklık seviyesinde yürümesi gerektiğine dair uyarılar çok yeni değil. ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Robert Zoellick bu konuyu ilk defa 2005 yılında dile getirmişti. Bu uyarı Çin’in Dünya Ticaret Örgütü üyeliğinin sonuçlarının hissedilmesinin hemen akabinde gelmişti.

Bu uyarının ardından çok sular aktı. Özellikle 2008 küresel ekonomik krizi Çin’e çok açık bir şekilde büyüme dinamiklerini dayandırdığı Batılı uluslararası kurumların ve piyasaların kırılganlıklarını gösterdi. Çin hemen ardından ihracat merkezli ekonomiyi dışlamadan içeride bir reform süreci başlattı. Bu “yeni normal” 2000’li yıllardaki devasa büyüme rakamlarına ket vurdu ama Çin’in iç piyasasını yeniden toparlama işlevi gördü.

Bu sefer 2011 yılında Hillary Clinton “Asya mihveri (Asia pivot)” olarak tanımladığı ABD’nin Asya’ya yönelme stratejisini açıkladı. Daha sonraki yıllarda bu strateji Çin’i dengeleme olarak yeniden tanımlansa da bir defa Çinli liderlerin gözünde bir endişe yaratmıştı.

Çin 2013 yılında, Xi Jinping’in Çin Devlet Başkanı olarak göreve başladığı ilk yılda Tek Kuşak Tek Yol projesini açıkladı. Bu proje kapsamında Çin’in öncelikli gördüğü bölgelere milyar dolarlarca yatırım yapıldı. Bu bölge ülkelerinden birinin de yıllardır ABD’ye yakın Pakistan olması çok önemli bir gösterge.

GERÇEK MÜCADELENİN MERKEZİ

ABD ve Çin ilişkilerinin net bir şekilde sertleştiği ve keskinleştiği asıl bölge ise Çin’in yakın coğrafyası. Tayvan, Kore ve Japonya gibi klasik sorunlara son zamanlarda Hindistan, Avustralya ve ASEAN ülkelerinin de eklendiğini söylemek mümkün. İlkesel olarak Çin ABD karşısında çok sert ve meydan okuyucu bir söylemde bulunmasa da Güney Çin Denizi’nde seyir özgürlüğü kuralının kendi egemenliğini açık bir şekilde ihlal ettiğini düşünüyor. Filipinler ve Vietnam’ın Güney Çin Denizi’ndeki taleplerini görmezden geliyor. Tayvan’da seçilmiş hükümetin siyasi ilişkilerini tamamen illegal görüyor. Kuzey Kore’de Çin’i dışarıda bırakacak her çözümü baltayabileceğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Japonya tarihsel iddialar ve ABD ile askeri ittifak dolayısı ile ana tehdit olarak görülüyor. Pakistan ve Myanmar gibi bölgelerde Tek Kuşak Tek Yol girişimi artık ABD etki alanlarını net bir şekilde kısıtlayan stratejik hamlelere dönüştü. Avustralya Asya Mihveri stratejisinden bu yana Çin’in özel olarak ilgilendiği ülkeler arasına girdi. ASEAN ile kurulan ikili ve üçlü mekanizmalarla Çin Asya Pasifik’te ABD’nin yalnız olmadığını hatırlatmaya devam ediyor.

Dışardan baktığımızda dış politika ilkeleri ve söylemleri düzeyinde meydan okuyucu bir dilden kaçınan ama politika uygulama sürecinde açıkça agresifleşen bir Çin’den bahsediyoruz. Tayvan, Güney Çin Denizi ve Kuzey Kore yarım asırlık sorunlar olarak tanımlanabilir. Ancak Myanmar, Pakistan, Hint Okyanusu ve ASEAN ülkelerine uzanma çabaları o kadar da eski değil. Bu hamlelerin bir adım ötesinin Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika gibi uzak bölgelerde de bir restleşmeye dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Ama açık bir şekilde böyle bir ihtimal var.

Şimdilik ekonomik ve ticari savaşlara odaklansak da Çin ve ABD arasındaki krizin küresel siyasi rekabetin bir parçası olduğunu görmezden gelemeyiz. Çin’in yayılmacı hedefleri olmasaydı ABD bu zamana kadar bono ve tahvil piyasaları ya da yatırımlarla desteklediği ve bütünleşme stratejisi uyguladığı bir ülkeyi bu kadar sıkıştırmaz ve tehdit olarak görmezdi.

Pritzker’in makalesinde mevkidaşı Wang Yang’ın Amerikan seçimlerinde ne oldu sorusuna esprili bir şekilde önemli sorumlulardan birinin Çin olduğunu söylemesi manidar bir cevap. Zira Trump yeni bir süreci tetiklemedi. Zaten hali hazırda Çin’in büyüdükçe agresifleşen ve kendi düzenini de dayatan dış politikası ABD ile ilişkilerinde sorunlar ortaya çıkarmaya başlamıştı. ABD tarafının ise uzun yıllardır Çin’e teklifi değişmedi: Sorumlu ortaklık ya da düşmanlık. Üçüncü bir teklifi bulan 21. Yüzyıl’ın düzen sorununu da çözebilir.

#ABD
#Çin
6 yıl önce