|
'Enkaz altındaki' Türkiye...
Türkiye'nin önünde 'zorlu bir gelecek' uzanıyor. Bu, zaten böyleydi; Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a karşı girişilen saldırıların tetiklediği ve 'Türkiye jeopolitiği'ni birinci dereceden ilgilendiren gelişmeler nedeniyle büsbütün böyle…

Ancak sözünü ettiğimiz 'zorlu gelecek', durumun 'objektif olarak' zaten böyle olmasından kaynaklanmıyor. Kamuoyunun kafası karmakarışık. Bu gibi durumlarda ortalığı 'kanaat önderleri'nin kaplaması ve 'yol gösterici analizler'le geleceğin üzerine 'projektörler' tutmaları doğaldır. Ne var ki, 'kanaat önderleri'nin ezici çoğunluğu 'komplo teorisi'ni 'analiz'in yerine ikame ederlerse, toplumun kafasının daha da karışması ve işin içinden çıkamaz hale gelmesi de doğaldır. Türkiye'deki durum bu.

'Komplo teorisi' ancak 'düşünce özgürlüğü' bakımından sıkıntılı ülkelerde geçerli akçedir. Hukuk devleti olamamışsanız, 'açık toplum' nitelikleri kazanmamışsanız, 'serbest düşünce' önüne nice engeller dikilmişse, 'işler' genellikle 'kapalı kapılar ardında' cereyan ediyorsa; o ülkenin düşünce alışkanlığının 'komplo teorisi' üretimine dayanması kaçınılmazdır. 'Kamuoyu' ve 'kanaat önderleri' arasında 'interaktif' bir ilişki var. Kamuoyu, öyle düşünmeye teşne; 'kanaat önderleri' ise ipe sapa gelmez 'komplo teorileri'yle, beslendikleri toplumun bu zaafını mütemadiyen besliyorlar.

Kamuoylarının bilgi ve davranış zayıflığı gösterdiği, 'kanaat önderleri'nin esas itibarıyla 'komplo teorisyenleri'nden oluştuğu toplumlarda eğer ülkenin yönetimi 'vizyon sahibi' ise ve ne yaptığını biliyorsa, ülke fırtınalı denizlerde kabul edilebilir ölçüde sallantıyla yol alabilir.

Örnek: Körfez Krizi ve Körfez Savaşı dönemidir; 1990-91. O dönemde Türkiye'nin talihi, Turgut Özal'ın bulunmasıydı. Krizin ilk gününden itibaren, bunun ne anlama geldiğini, boyutlarını, çapını gördü ve harekete geçerek, Türkiye'ye 'fırtınalı sular'da 'kılavuzluk' etti. İzlediği politika asla 'popüler' değildi. Kamuoyunun kafası karışık, toplum 'korkular' içindeydi. Siyaset sınıfı, atacağı her adımın karşısına dikiliyordu. 'Kanaat önderleri' tipik 'Üçüncü Dünyacı refleksler'le davranıyorlardı. Buna rağmen, Turgut Özal, oynadığı rol ile kendisini 'uluslararası kalibrede bir devlet adamı' düzeyine çıkarttı ve buna paralel olarak Türkiye'yi 'uluslararası sahne'de 'karar vericiler'in arasına yerleştirdi.

Bugünlerde tekrar hortlatılan 'Aman, tekrar bir koyup üç almak hevesine kapılmayalım; Körfez Savaşı'nda öyle yaptık, hava aldık' şeklindeki ve hiçbir gerçeğe tekabül etmeyen terane bir yana, Türkiye son on yıldır 'kötü yönetimler zinciri'nde tutsak edilmesine karşılık, Körfez Savaşı döneminde 'uluslararası sahne'de ortaya koyduğu 'yüksek profil'in rantını kullandı.

O da olmasa ne olurdu biliyor musunuz?

Güneydoğu'da terör durmaz, Amerikalılar Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye teslim etmezlerdi. IMF, tarihinin en ağır ekonomik ve mali krizine sürüklenen Türkiye'ye, kendi tarihinin en cömert kredi paketini hazırlamazdı. Avrupa, Türkiye'yi 'genişletilmiş güvenlik sistemi'nin içinde mütalaa etmez ve Helsinki'de Türkiye'ye 'AB aday üyelik' statüsü ve 'demokratik ve müreffeh Batı perspektifi' sunulmazdı. Türkiye'nin 'toprak bütünlüğü' de, 'milli birlik ve bütünlüğü' de çok ciddi tehlikeler altına girerdi.

Amerika'nın 1991'den tam on yıl sonra 2001'de, şu sırada 'uluslararası terörizme karşı dünya savaşı' algılamasıyla içine girdiği 'yeni süreç' Türkiye'yi çok kötü bir döneminde avladı. Çünkü, Türkiye, ağır ve vahim bir 'yönetim krizi', bir başka deyimle 'yönetimsizlik hali' yaşıyor. New York ve Washington saldırılarından bu yana Başbakan Bülent Ecevit ile Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in ortaya koyduğu 'performans' en hafif deyimiyle 'hayal kırıcı'dır. Başbakan, gelişmelere ülke yöneticisi gibi değil, bir gazete okuyucusu gibi tepkiler veriyor. Zaten, 'fizik kondüsyonu' ve sağlığı böylesine bir uluslararası iklimde Türkiye'yi yönetecek enerjiyi kendisinden esirgiyor. Dışişleri Bakanı ise, olan-biten karşısında bir 'siyaset adamı' gibi davranmak yerine soruna bir 'entelektüel eksersiz' olarak, sanki bir üniversitede 'panelist'miş gibi konuşarak yaklaşıyor.

Bülent Ecevit'in konuşmalarına dikkat edin; Amerika'ya yönelik 'terörist saldırılar'dan, Batı ülkelerinin gözünü açacağı ve Türkiye'nin geçmiş yaralarını daha iyi anlamalarına yardımcı olacağı umuduyla adeta memnun kaldığı izlenimi doğuracak şekilde konuşuyor. İsmail Cem ise, ikidebir 'medeniyetler çatışması'nın tehlikesine gönderme yapıyor. Siz, Amerika'dan ta İran'a uzanan rengarenk coğrafya içinde 'medeniyetler çatışması'ndan söz eden tek bir devlet adamı duydunuz mu? Buna sadece belli yorumcular ve köşe yazarları, o da bir ihtimal olarak, değindiler.

New York ve Washington'daki terör saldırılarının en derin 'sosyolojik, etnolojik, psikolojik, ideolojik vs. kökenleri'ni tahlil etmek başka şeydir; bunları 'mazur gösteren bir izlenime yol açmak' bambaşka…

Dünya ve özellikle Avrasya'da 'güç dengeleri'nin yeniden şekilleneceği besbelli iken, böyle bir yaklaşım ve bundan kaynaklanan bir 'pısırıklık' ortaya koymak, Türkiye'nin 'stratejik çıkarları' açısından gerçekte en büyük 'tehdit'i oluşturuyor.

Dua edelim; New York'taki enkazın altından Türkiye canlı çıksın…
#Dünya Ticaret Merkezi
#Pentagon
#New York
#Enkaz
#Türkiye
23 yıl önce
'Enkaz altındaki' Türkiye...
Diplomatik pornografi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
“İyi geceler bayım”
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?