|
Bu dünyanın gerçeği ölümdür, siyah gözler bırakmasa da...

Ünlü Fransız romancı Louis Ferdinand Celine, “Gecenin sonuna yolculuk” romanında diyor ki: “Yaşamı dans ettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Ben asla kendimi öldüremedim.”

İçimizdeki çılgınlıkları ve bütün yalanları tüketip, gidecek başka bir ülkemiz kalmadığında mı yanaşırız ölümün limanına? Kimbilir belki de, hayatımızı dansettirecek kadar müziğimiz kalmadığında ya da “öte dünya” gerçeğinden uzaklaştığımızda bulur bizi ölüm…

İşte bu yüzden çoğu zaman, rüyaların gerçek olamayacak kadar yakıcı ateşine kapılıp, yandığımızın bile farkında olmadan yanarız. Rüya ile gerçek arasında savrulup durduğumuz siyah bir yangındır bu…

Sanki durmadan gözümüzden bir çiçek düşer ve açar bir yabancının ağzında…

Sanki siyah bir zalimdir o… Büyük kentlerin zalimliğinden ders almış gibidir. Bir gece yarısı, hayallerimizin bahçesinden kaçarak gider gözlerimizdeki yangına dönüp bakmadan…

Bir ceylan gibi dağ yamaçlarından sekerek geçer, sükunetle akan derelerin şiirine akıtır kara gözlerinin rengini…

Sonra, gökyüzü bir uçtan öteki uca lal renginden başlayıp çılgınlığa saçılarak gösteri yapmaya başlar. Sonra da ağaçların arasından yeşil fışkırır ve yerden ilk yıldızlara kadar titrek çizgiler halinde yükselmeye başlar. Ve tüm ufku yeniden gri ele geçirir ve sonra da yine kırmızı… Ama bu kez yorgun bir kırmızıdır artık siyah gözleri kuşatan… Tüm renkler cazibesini kaybetmiş, pörsümüş olarak ormanın üstüne dökülüverir, görkemli sahne kıyafetleri gibi…

İşte o zaman düşler, hareket eden ışığın serabında tutuşmak için gecenin içinden yükseliverirler…

Ve gecenin içine gömüldükçe, insanın ödü kopacakmış gibi olur ama merak ağır bastıkça gecenin sularından bir türlü ayrılamazsınız. Sanki kendi ölümümüzü ıskalamamak için daha da acele etmek gerektiğine inanırız. Hastalığı, saatleri ve yılları boşu boşuna harcayıp hep geç kalışımıza yanarız. Sonra da, koskoca gündüzleri ve haftaları kurşuni bir renge bulayan uykusuzluğa sığınırız.

Çoğu zaman, ebediyetin bir tür bekleme salonu olan bu dünyada yalnız başımıza kaldığımızda, ölüme yönelik alıştırmalar yaptığımız hissine kapılırız.

Oysa otuzlu yaşlarımız, çoktan geçmişin kök söktüren kıyılarında kalmış ve fazla da özlenmeden uzaklaşmıştır bizden… Bu yüzden de, sırf ruhumuzun çabasıyla, içimizde ve dünyanın tüm mutluluğunu bu ana sıkıştırmak için müthiş çılgınlıklara katlanırız.

Ölümün beyaz kanatlarının bizi hiç bitmeyen rüyalarımızdan ayıracağını bilsek de, şimal rüzgarının bahçeleri perişan etmesi gibi aşklarımızı alt üst etse de, aşka ram olmaktan asla vazgeçmeyiz. Yeter ki kalbimizin pusulası, bizi ''gerçek aşk''ın sahibinden ayırmasın…

Tıpkı Halil Cibran''ın dizelerinde olduğu gibi: “Aşka giriftar olduğunuz zaman Tanrı kalbimin içindedir demeyin, ben Tanrı''nın kalbi içindeyim, demek daha yakışır.”

Dünü yarının hatırası, yarını bugünün rüyası yapan zamanın sırrını ıskaladığımızda, çoğumuz köşelerde, dönemeçlerde kendini kaybeden ve denize akmadan önce duraklayan küçük bir ırmak gibi kuruyup kendi içimizde yok oluruz.

Bu, tıpkı ''zevk''le ''büyük aşkı'' birbirine karıştırıp denize ulaşmadan ''büyük özgürlüğe'' veda etmek gibi bir şeydir… Halil Cibran, Nebi kitabında bir Zahit''in ağzından ''zevk''le ilgili şu muhteşem ifadeleri aktarır:

/Zevk, bir hürriyet neşidesidir,

Fakat hürriyet değildir.

Arzularınızın çiçeklenmesidir.

Fakat meyveleri değildir.

O, yükseklik arayan bir derinliktir.

O, kafeste yaşayanın kanatlanmasıdır.

Fakat çevrelenmiş bir feza değildir.

Doğrusu o, hürriyet neşidesidir.

Onu kalbinizin bütünüyle terennüm edin, fakat terennüm ederken kalbinizi kaybetmeyin!/

Güzellik, öylesine yumuşak bir fısıltıdır ki, içimizde hep söyleşip durur… Tıpkı ''kara gözlüler''in sığınağımız olduğu gibi… Ama ölümün yüzünü örten bir perdeye dönüşmediği sürece…

18 years ago
Bu dünyanın gerçeği ölümdür, siyah gözler bırakmasa da...
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi