|

Halûk’un defteri

Hereke’den yola çıkıp Nil’den Tuna’ya Osmanlı coğrafyasını dolaştı. Kaybettiklerimize hayıflanmaktansa henüz kaybetmediklerimize bakmamız gerektiğini hatırlattı. “Ele geçmezse sevdiğimiz, eldekini sevmeliyiz” dedi. Seyyahtı...

00:00 - 19/08/2021 Perşembe
Güncelleme: 10:00 - 19/08/2021 Perşembe
Yeni Şafak
Ahmet Halûk Dursun
Ahmet Halûk Dursun
YAHYA COŞKUN & ESRA ÖZTÜRK

Hereke’den yola çıkıp Nil’den Tuna’ya Osmanlı coğrafyasını dolaştı. Kaybettiklerimize hayıflanmaktansa henüz kaybetmediklerimize bakmamız gerektiğini hatırlattı. “Ele geçmezse sevdiğimiz, eldekini sevmeliyiz” dedi. Seyyahtı… İlk gençlik yıllarında gidilmesi zor yerlerde görülmesi kolay olmayan ne varsa gördü. Şam’ı arşınladı. Kırk yıl evvel, Bayır Bucak Türkmenlerinin yanında bağdaş kurdu. Sovyetler dağılmadan Bahçesaray’da dost halkası oluşturdu. Boynu bükük camilerde, mahzun mescitlerde saf tuttu. Tito iktidardayken Balkanlardaki çınarların etrafını ölçtü. Bektaşi tekkelerinde diz büktü.

Ahir ömründe, bilhassa devlet görevleri üstlendiğinde, Tuna boylarından Dicle’ye, Fırat’a, Aras’a, Murat’a tekrar uzandı. Meşhur cümlelerinden birini kurdu: “Dicle’nin kuzularını, çakallara kaptırmayacağız”. Bu onun vasiyeti oldu. Nitekim “biz çabuk unutan bir milletiz” derdi ve müdavemeti öğütlerdi. Kültürde, politikada, eğitimde, çaba gösterdiğimiz her konuda istikrarlı olmanın önemini vurgulardı.

Hocaydı... Hangi makamda olursa olsun sınavı, yoklaması olmayan dersleri vardı. Misal, yol kenarında gördüğü ağaçları sorardı. Kendi tabiriyle (ve gerçek anlamda) ot da yoldurur kök de söktürürdü. Akasyayı, ardıcı, çınarı, mimozayı tanıtırdı. Pastırma yazını, koca karı soğuklarını, aprilin beşini, zemheriyi sorardı. Kendisini kültür tarihçisi olarak tanımlardı. Girdiği bir binanın ruhunu ve mimarisini bilmeden oturmazdı. Oradan geçenlerin ruhlarını canlandırırdı. Ulus’taki Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından yapılmış o meşhur binanın ruhundan Fatin Rüştü Zorlu ve Gün Sazak’ı anmış, “İşte ben her gün onların çıktığı bu merdivenlerden ağır ağır çıkıyorum.” demişti.

İstanbul’da işe başlayacaksa Eyüp Sultan’ı, Ankara’da başlayacaksa Hacı Bayram’ı ziyaret ederdi. Makama, “Ya Fettah” diyerek sağ ayağıyla girerdi. Yeni bir akit yaptığı için gelenlere akide şekeri ikram ederdi. Makamların, mevkilerin ve nihayetinde dünyanın bir hiç olduğunu söylerdi. Çok makam gördü. Fakat makamda onu heyecanlandıran Türk musikisinin makamlarıydı; Rast, Uşşak, Buselik, Hüseyni. Şimdi arkasından ağır aksak mırıldandığımızdır: “Gül hazîn, sünbül perişan, bâğızârın şevki yok/ Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok”…

Bahçeler, onun aşkıydı. “Türk bahçesi nasıl olurmuş, gösterelim” derdi. Sırf bu yüzden memleketi Hereke’de bir bahçe yaptı. Taç kapıyla girilen, sağında servi solunda gül olan, bekâr odası bulunan, selsebilin aktığı, çeşmesinin alınlığında Enbiya Suresi’nin otuzuncu ayeti yazılan, kış bahçesinde limonların, Söğüt gölgesinde kameriyesinin olduğu bir bahçe kurdu. Lalesiz, gülsüz, servisiz bahçe olmazdı. Elîfî serviyi bir güzergah olarak niteler, “Hükümdarlık da yapsan bu yolun sonu ahiret yoludur.” derdi. Bataklık çiğdemini, gül hatmiyi, hayıt çalısını tanıtmak, en büyük dertlerindendi. Kabartay’dan köpek, Denizli’den horoz getirirdi. Pali, enik, teke, oğlak ne demek, şehirlilere anlatırdı. Kelimenin unutulması, kültürün ölmesi demekti… Balıkçıya, “rastgele”; keçeciye, “tozuna bereket” derdi. Kültür, seyirlik hale getirilip müzeye konması için değil yaşamak için vardı. Yaşamak ve yaşatmak için uğraşırdı.

Kalemi latif, kelamı kibar, sesi nezih, sözü nazik, üslubu muzip, dikkat ve rikkat timsali bir İstanbul beyefendisiydi. Çukurca gezisi için “en ballı işim”, kuru bir havuz veya çeşme gördüğünde “çileden çıktım”, şeftali ağacına konan baştankara kuşuna “beni baştan çıkarıyor” derdi. Bir insan en kıymetlilerini, yadigarlarını çalıp giden hırsıza tatlı dille güle güle söz söyler mi? Haluk Hoca söylerdi. Köy evini soyan hırsıza sitem ve latife dolu mektup yazardı.

Mayıs’ta erguvanları, Ekim’de lüferi, Kasım’da göçmen sakaları beklerdi. Çayıra, çimene, doğaya, bahçelere, suya, dağlara, ulu ağaçlara, birliğe, uhuvvete, tarihe, müzelere meftundu. Boğaziçi’nde tekne turları yapar, erguvanlara ilan-ı aşk ederdi. Balığın her çeşidini bilir ama lüferi ayrı severdi. Göz lezzetinin yanında kokuyu atlamazdı. Şiirden ve kültürden mis zambağını koklamak isterdi. İstanbul’da yaşama sanatını bilirdi. En güzel erguvanlar nerededir? Hangi mevsimde hangi parklar gezilir? Nerelerin salkım söğütleri meşhurdur? Balığa gidilip balıksız gelinince nasıl bozuntuya verilmez? Misafirlikte nasıl davranılır? Büyüklerden ders dinlenirken soru nasıl sorulur?

Notlar aldığı deftere, “Halûk’un Defteri” derdi. Gençlere, “Benden duyduklarınızı, siz de Halûk’un defterine kaydedin” diye salık verir; “Ne olursanız olun ama sıradan ve sürüden olmayın” derdi. Yazdığı eserleri ve yetiştirdiği talebeleriyle hiç kapanmayacak amel defterinin sahibi, Ahmet Halûk Dursun bu…

Yeryüzünün yeşil sofralarında bir salkım üzümle kendisiyle bağdaş kuranlar, bölge ahalisinin ileri gelenleri, eşrafı olurdu. Anadolu’da tarih ve kültür birliği için en güçlü mesajını, Ankara’dan ahkam keserek değil Anadolu’nun kültür ve tarih birliğinin başladığı yerlere iz bırakarak verirdi. Bir nefeste çekilen tespih gibi, şiir gibi derdi derdini: “Cephede omuz omuza, camide saf safa, düğünde kol kola, sıkıntıda baş başa, yer sofrasında diz dizeyiz. Bu coğrafyada herkes bilsin ki Malazgirt’ten beri biz bizeyiz.”

Kendisine “suyu arayan adam” derdi. Bu yüzden Ankara’ya geldiğinde postunu Gölbaşı’na atmıştı. Dünya gözüyle en son aşık olduğu Ahlat’ı gördü. Son konuşmasını orada yaptı. “Ahlat görülmeden Anadolu tanınmaz” derdi. Ahlat’ta da yine bir subaşını tutmuş, bir dere kenarına bağdaş kurmuş, söğüt gölgesinde, peynir-ekmek ve karpuz yemişti.

Ömrünü kültüre ve gençlere adayan adam... Cizre sokaklarında, Dağlıca Karakolunda, Bakanlık koridorlarında, Topkapı Sarayı’nda, Gülhane’de, Çanakkale’de, Samsun’da, Amasya’da, en sevdiği güller içinde yaylalarda, kırlarda birlikte olduğumuz büyüğümüz, ağabeyimiz, anlatmaya kelimelerin, sayfaların yetmeyeceği hocamız... Bahçelere ve ırmaklara vurgun bu adamın mekânı, altından ırmaklar akan cennet bahçesi olsun...

* Yahya Coşkun ve Esra Öztürk, Prof. Dr. Ahmet Halûk Dursun’un Başbakanlık ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevleri sırasında danışmanları olarak bulunmuşlardır.
#Yahya Coşkun
#Esra Öztürk
#Ahmet Halûk Dursun
3 yıl önce