|
Osmanlı padişahlarına “sülük” diyen romancı

Hadiselerin sadece dış yüzüne bakarak karar verenler ve bu kararları doğrultusunda yorum yapanlar genellikle yanılırlar ve yanlış sonuçlara varırlar. Halbuki, büyük felaketlerin, korkunç yıkımların bir de iç yüzü ve deruni sebepleri vardır. Bu sebepleri de görebilmek ve sağlıklı değerlendirme yapabilmek için kişinin basiret sahibi olması, kalb gözünün açık bulunması gerekiyor.

Basiret sahibi bir insan, olağan üstü gelişmeleri, sıra dışı olayları değerlendirirken iç dünyasının sesini dinlemeyi ihmal etmez. Dolayısıyla basit, sığ, kaba ve çirkin sözler söylemekten şiddetle kaçınır. Felaket tablolarından ibretli sonuçlar çıkarır ve ders almasını bilir.

Bu mukaddimeyi, sözü deprem felaketine getirmek için yaptım. Her konuda olduğu gibi deprem faciasının da, hem fiziki açıdan, hem de metafizik zaviyeden değerlendirilmesi icap ediyor. Sırf maddi sebepleri esas alarak yapılan yorumlar doğru olmakla beraber eksiktir ve depremzedeyi teselli etmek için yeterli değildir. Korkunç enkazın altından bir hafta sonra ve sağ salim çıkan yavrunun gülümseyen gözlerine ibretle bakılırsa, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır.

Tarih sayfalarının böyle ibret tablolarıyla dolu olduğunu görüyoruz. Ünlü Osmanlı bilginlerinden Âli, “Künhü’l-Ahbar” isimli eserinde -hicri 991 yılının hadiselerini anlatırken- o sırada meydana gelen Erzincan depremiyle ilgili garip bir olayı şöyle naklediyor:

“Bu yıl Erzincan’da korkunç bir zelzele oldu. Tarihin kaydettiği büyük depremler, bunun yanında ancak insan vücuduna ârız olan ürpermeler gibi kalır. Yeni büluğa ermiş bir Hıristiyan çocuğu, koltuğunda yedi sekiz ekmekle fırından gelirken yıkılan evlerinin avlusunda, enkaz altında kalıyor. Hadisenin üstünden tam on sekiz gün geçip, ailesinden kurtulanlar enkazı temizlerlerken çocuğun iki direk arasında sağ salim kaldığını ve yanında yarım ekmek bulunduğunu görüyorlar. Kazazedenin elinde ancak bir günlük ekmeği kalmış.”

Erzincan depremi deyince aklıma geldi. Bilindiği üzere son devrin en büyük, en yıkıcı depremlerinden biri de yine bu şehrimizi vurdu. 1939’da vuku bulan bu zelzelede yaklaşık kırk bin kişi hayatını kaybetti. Şehir, yerle bir oldu. Tokat’a kadar uzayan fay hattı, daha birçok şehri, köyü ve kasabayı harabeye çevirdi. Bütün bir ülke matem havasına büründü. İçeriden ve dışarıdan yardım gelmeye başladı. Milletimiz de tek yürek olup gerekli desteği verdi.

Bu arada devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, trenle Ankara’dan Erzincan’a gitti. Depremzedelere tabii ki moral vermek istedi. Yaşlı bir kadın Cumhurbaşkanına sarılarak ve gözyaşları dökerek “Mehmedim öldü. O da askerdi. O, senin de oğlundu. Başın sağ olsun, millet sağ olsun” dedi. Devrin gazetelerinde ve dergilerinde yayımlanan bu resme bakılırsa, İsmet Paşa’nın bu elem verici manzara karşısında bir heykel sessizliğiyle durduğu görülür. Cumhurbaşkanı yine geldiği trenle Ankara’ya döndü. Koskoca trene ne bir yaralı alındı, ne de bir matemzede. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak isteyenlerin rahmetli Münevver Ayaşlı’nın “Pertev Bey’in Üç Kızı” isimli romanını okumaları gerekiyor.

Söz buraya gelmişken Erzincan depremiyle ilgili olarak hazırlanan bir kitaptan ve bu kitapta yazıları bulunan kalem sahiplerinden de kısaca bahsedeyim. “1939 Anadolu Zelzelesi” adıyla 1940 yılında yayımlanan eserde Falih Rıfkı Atay, İskender Fahrettin, Meliha Avni, Burhan Cahid, Nadir Nadi, Hakkı Süha Gezgin, M. Zekeriya Sertel, Necip Fazıl Kısakürek, Hüseyin Cahit Yalçın, Fazıl Ahmet Aykaç, Etem İzzet Benice, Peyami Safa, Burhan Felek, Nurullah Ataç, Mahmud Yesari gibi yazarların yazıları yer alıyor. Adları geçen bu yazarların makalelerini okuyunca -bir ikisi hariç- hepsinin basmakalıp sözler söylediklerini ve bunların depremzedeleri teselli edecek hiçbir yönünün bulunmadığını görüyoruz.

Esefle belirtelim ki, bunlardan biri olan Mahmud Yesari -depremle hiçbir ilgisi olmadığı halde- tam bir Osmanlı düşmanlığı yapıyor ve şu garazkâr cümleleri söylemekten kendini alamıyor:

“Türk topraklarında zelzele, tufan ilk defa görülmüş âfetlerden değildir. Fakat, asırlarca bu milletin başına geçip ‘veli nimet (!)’ geçinmiş bu padişahlar yurdun felaketine uzaktan seyirci kalırlardı. Yer yerinden oynar, onlar yerlerinden kımıldamazlardı. Yer yerinden oynar, onların kılı kıpırdamaz, çubuklarını yakar, şaraplarını çakar, köçek oynatırlardı.

Kendilerine ‘Allah’ın gölgesi (!)’ ‘Veli nimet-i bi-minnet’ dedirttiler. Hakikatte, milletin kanını emen aç sülüklerdi. Onların çılgınca israfları, rezilane sefahatleri millete zelzeleler, tufanlar kadar zarar ziyan verirdi…”

Bu satırları okuyunca gözlerime inanamadım. Cehaletin ve gafletin bu derecesine pes doğrusu!..

Adı geçen kitaptan güzel bir örnek verip, konuyu tatlıya bağlayalım. Merhum Üstad Necip Fazıl, depremi şöyle değerlendiriyor:

“Geçenlerde, jeologya mütehassısı bir dostumla Şirket-i Hayriye vapurlarında buluştuk. Buğulu vapur penceresinden Anadolu kıyısını seyrederek dertleşiyorduk. Ben, deniz kenarında ve su hizasındaki ahşap yalı fikrini müdafaa ediyordum. Sahilden 20 metre gerideki kübik kümesleri hicvede hicvede bitiremedim. Laf döndü dolaştı, Boğaziçi’nden çıktı, büyük şehri ihata eden bir imar davasına temas etti. Ahşap mı, kârgir mi?

Lisanında mensup olduğu ilmin bütün heybetini taşıyan dostum dedi ki:

Yerle gök arasına Süleymaniye çapında eserler çeken ecdadımız, oturdukları toprağın tabiatı üzerinde en ince hesapları yapmış insanlardı. Ahşap bina fikri, işte bu hesaplardan doğmadır. Vatanımızın mevzuu olan topraklar, henüz oturmamış, yerleşmemiş arz tabakaları sahasına dahil. Bu sâhada her an, bütün vatanı allak bullak edebilecek zelzeleler fıkırdayabilir. Taşa ve çimentoya dayanan binalar, eğer zelzele bakımından hususi bir inşa düsturu altında meydana getirilmezse, atın ilk çiftesinde toprağı boylayan toy süvariler gibi, ilk sarsıntıda yere yüzükoyun kapanırlar. Ecdadımızın büyük taş inşalarında, zelzeleye ait mükemmel hesaplar görüyoruz. Uzun müddet mukavva ev yapmaktan başka çare bulamayan hamarat Japonlar, nihayet beton inşalarında zelzeleye karşı tedbir ifade eden yeni formüller buldu. Fakat biz, madde planındaki inşa davamızda, ahşap binayı atarken kâgir binanın topraklarımıza göre hususi icaplarını düşünmüş değiliz. Esefle söyleyebilirim ki, çok kuvvetli bir zelzele, Ankara ve İstanbul’da taş üstünde taş bırakmayabilir.

Görülüyor ki, her işin, hatta çatık kaşlı teknik işinin bile bir ‘bize göre’, ‘Türk’e göre’ cephesi var. Benim bu ‘bize göre’leri müdafaa etmekten artık dilimde tüy bitti. Maymunla papağandan başka her varlıkta ve her sâhada ‘kendine göre’yi bulabilirsiniz.

Şu dakikada tamamıyla mazur olduğumuz Erzincan felaketi bir tarafa; fakat mutlak olarak inandım ki, ‘bize göre’lerin gerçekleştirilmediği her şubede, maddi ve manevi sosyal bünyemiz zelzeleye karşıdır.”

İşte, depremlere nasıl hazırlık yapılacağı ancak böyle doğru ve güzel anlatılır.

Ruhun şâd olsun Üstad!..

#Osmanlı
#Mahmud Yesari
#Deprem
#Dursun Gürlek
1 year ago
Osmanlı padişahlarına “sülük” diyen romancı
Rabbine hasım kesilen insan!
Sosyal çürüme yazıları 8: Sıkıntı yok cumhuriyeti
Belirsizlik ‘algılamayı’ öldürür
Reisi’nin manidar ölümü
İran bu sancılı günleri nasıl atlatacak?