|
Kimlerin ezmanındayız, veya tarihselciliğin paradoksu

Ezmanın teğayyürrü bahsinden girince etkisi ister istemez ve her zaman şu soruyla yüzleşmek zorunda kalırız: Kimin ezmanı? Çünkü İslam ahkamının ne zaman ve nasıl bir içtihadın konusu olacağı hususunda en öncelikli şart bu içtihadın öznesinin bir siyasal beden olarak saf, temiz ve ehil olarak var olması ve bu yorum-içtihad sürecinin Müslümanların yararını-maslahatını gözetiyor olmasıdır. Öyle ya, Müslüman olmayanların Müslümanlar için içtihat yapmasını bekleyemeyiz herhalde.



Bunu daha işin başında söylememizin önemi şuradan gelir. Özellikle son iki yüz yıldır Müslümanlar kendi siyasal beden bütünlüklerini kaybetmiş, bunun etkisiyle nadiren kendi zamanlarını hissederek yaşamaktadırlar. Bir topluluk, siyasal beden bütünlüğünü kaybetmiş, kendi yaşadığı hayatın bir öznesi değilse, hele yurdu çiğnenmiş, kendi vatanında parya haline getirilmiş, iradesi elinden alınmışsa, kendi zamanını hissetmesiyle ilgili de ciddi sorunlar yaşar. Başka milletlerin, medeniyetlerin, siyasal bedenlerin tarihini kendi tarihi, kendi zamanı gibi algılama yanlışına düşebilir. Kendisine empoze edilen gerçekliğin bir kader olduğunu zannedip, ahkamını o kadere uygun bir hale getirebilir.

Doğrusu, sömürge sonrası İslam dünyasının durumu büyük ölçüde budur ve bu ortamda değişen zamanlara uygun bir ictihad sorusu çoğu kez Müslümanların kendilerinin ürettiği bir soru olmaktan çok, Müslümanlar üzerinde iktidar kuran güçlerin müracaat ettiği bir soru olmuştur.

Müslümanları kendi elleriyle eğip bükemeyenler, kendi istedikleri kalıba sokamayanlar, biraz da Müslümanların kitabından, fıkhından medet ummaya yöneliyor. Ama bu kitaptan o faydayı da mevcut yorumuyla değil istedikleri bir yorumla alabileceklerini düşünmeye başlıyorlar. İslam reformu kavramı veya bu konudaki politikalar o yüzden kendini bilen samimi Müslümanlar tarafından değil, sömürgecilerin istedikleri türden bir İslam talebine karşılık vermek üzere geliştirilip ortaya çıkarıldı. Yani istenen ve aranan içtihatlar Müslümanların değil sömürgeci güçlerin maslahatını gözetiyordu.

Müslümanların sömürge dönemlerinde ortaya koydukları bireysel veya grup çabalarından mevcut durumu takdir eden ve tam da sömürgecilerin değil, Müslümanların maslahatını arayan, ona uygun güçlü yorumlar ortaya koyanlar elbette oldu. Ama onların merkezi bir tanınırlığı olmadı. Bir bakıma alabildiğine geniş bir sivil ortamda, birçok etkiye açık bir yorum faaliyeti hep var oldu. Üstelik bu alan son zamanlarda çok daha fazla genişledi ve daha fazla etkinliğe sahne oldu. Hatta dini yorum alanında yaşanmakta olan kaotik görünümün bir sebebi de bu. Sömürge sonrası şartlarda bir siyasal beden bütünlüğü oluşturamasa da, parçalı bir varlık oluşturan Müslümanların her bir parçasının kendi öznel zamanından, kendi maslahatlarına uygun bir fıkıh ortaya koyma çabaları yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştır.

Aslında Türkiye’nin dünya siyasetinde gittikçe bağımsızlaşan ve her konuda Müslümanların yararını önceleyen duruşu, bir İslam fıkhını üretebilmek açısından onu fiilen özel bir yere taşımaktadır. Türkiye’nin gerek siyaset alanında gerek toplumsal uygulamalar alanında yaptıkları, İslam fıkhı açısından ilan edilmemiş içtihatlar olarak, belki daha doğrusu, “değerlendirilebilecek ibahat alanları ve imkanları” cihetinden kayda geçmektedir.

Bugün Türkiye’de ve belki Türkiye tecrübesi dolayısıyla bütün dünyada Müslümanlar kendi zamanlarını hissetmeye başlamışlardır. Zamanı hissetmek, yani varolmak, kendi “lehine ve aleyhine olanı idrak” etmenin de başlangıcıdır. İmam Azam Ebu Hanife’nin ifadesiyle fıkhın tanımı da bu değil midir: Kendi lehine ve aleyhine olanın bilinci? Veya ilmu’l hal (ilmihal). Kişinin, yani müminin, yaşadığı halin, yani zamanın ve mekanın farkında olması, bu halin lehine ve aleyhine yüklediklerinin ilmi.

Yıllarca reform diye, tarihselcilik diye Müslümanlardan talep edilen şeyin ne kadarının Müslümanların lehine veya aleyhine olacağını değerlendirecek bir özne bile yoktu. Bugün diyebiliriz ki, o özne var artık. O özne Allah’a, resulüne, kitabına ve bütün müminlere karşı en yüksek düzeyde bir samimiyetle olaya yaklaşmakta ve Allah’ın kitabını kendine tabi kılmak değil, kendisi O kitaba kulak verip tabi olmak, samimiyetle anladığının gereğini yerine getirmek peşindedir.

Tarihselciliğin ve reformcu-modernist düşüncelerin sorunu, nihayetinde Kur’an’ı Allah’ın bir buyruğu gibi alıp ona tabi olmak yerine, onu bir metin olarak pasifize ederek geçerli tarih ve zaman algısı içinden insanın heva ve heveslerine tabi tutmaktır.

Sadece bu yaklaşım bile, bakıldığında, Hz. Adem’den beri hiç değişmeyen, her dönemde tekrarlayan, dolayısıyla tarihsel bir niteliği olmayan bir insanlık hali.

Bu da tarihselci düşüncenin paradoksu olarak kayda geçsin.

#Siyaset
#Toplum
#Zaman
6 yıl önce
Kimlerin ezmanındayız, veya tarihselciliğin paradoksu
Bir ifade özgürlüğü istisnası olarak laiklik
Maçın adamı Livakovic
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından