|

Hâlbuki ona bu hikâyenin olanca güzelliği ile sürebilmesinin imkânı olmadığını defalarca anlatmaya çalışmıştım. Hayatları bizimki gibi olan insanların hayal kurmaya hakkı yoktur. Hayal kurmak, yatağa yatınca uykuya hemencecik dalabilenlerin işidir. Uzakta, bir ırmağın yanında, önü çayır çimen ev düşünür onlar. Bahçede keçilerle, tavuklarla koşturup duran biri kız, biri oğlan iki gürbüz çocuk hayal ederler. Mutfakta güzeller güzeli bir kadın vardır ve mutlaka deliler gibi âşık olarak evlenmişlerdir. Bu manzara karşısında mutlu, mesut dalıverirler uykuya.

Biz o değiliz. Yastığımızın altına emaneti koyup tavşan uykusuyla uyuruz biz. Gecenin bir yarısı kaldığımız yerin kapısı omuzlanacak da bizi yataktan alacaklarmış, dilimizin bağı çözülsün de bildiklerimizi anlatalım diye işkence edeceklermiş ve sonunda, en sonunda yerini kimsenin bilmediği bir çukura atıvereceklermiş gibi, o tedirginlikle uyuruz biz. Ve sanki yastığın altına koyduğumuz emanet, bizi bütün bunlardan kurtaracakmış gibi gelir bize.

Anlattım ona bunları. Patronun izin verdiği günlerde yahut bir yerde patronu beklerken. Anlattım. Dilim neye dönüyorsa, aklım neye eriyorsa anlattım. “Düşmanı olanın bagajı olmayacak bu hayatta” deyip racon da kestim, “bizim hayat, geri vitesi olmayan arabaya benzer” de dedim. Raconlar yetmeyince “kendine acımıyorsan ona acı bari” diyerek çelmeye çalıştım aklını. “Her kapı çalındığında gelenin sen mi, polis mi, düşman mı olduğunu bilmeden yaşamak onun için ne kadar zor olacak, hiç düşündün mü?” diye fısıldadım.

Sağlam çocuktur Burak. Yalan yok, ilkten sevmedim ben bunu. Sevmem ben öyle sırım gibi delikanlıları. İcabında seni geride bırakıp topukları yağlarlar. Çünkü koşmalarına güvenirler. Çevikliklerine güvenirler. Olura olmaza dalmak isterler bir de. Gençlik heyecanıyla… Ama bu öyle çıkmadı. Lafını bilen, sözüne sadık, sırt sırta verince seni yarı yolda bırakmayan biriymiş çünkü. Nice vuruşmaları, nice kavgaları birlikte atlattık. Nice operasyonu birlikte planlayıp birlikte çıktık işin içinden.

Ne dedim ne anlattıysam ikna edemedim. Belli bir şey, çok sevmiş kızı. Daha da bellisi, kız da bunu sevmiş deliler gibi.

Markette tanışmışlar. Bizim oğlanın en büyük zevki yemek yapmak ya. Sebze mi seçer, atom fiziği deneyine malzeme mi bilemezsin. Havucu inceler, maydanozu okşar. Tam eziyettir bununla markete, manava, kasaba gitmek. İşte bu kız da markette seçmeden etmeden ne bulursa poşetlere doldururken dayanamamış bizim oğlan. “Sebze öyle mi seçilir?” falan diye dalmış. Ordandı burdandı derken işte bildiğin meseleler.

Çok anlattım çok. Bizim işte olacak şey var, olmayacak şey var. Âşık olup evlenmek olacak şeylerden biri değil. Dağ gibi durdum önünde de yine de ikna edemedim. Hoş, dağ olsan durulmazdı önünde. Toplu tabancayla 50 metreden bozuk parayı vuran Burak, söz konusu o öğretmen kız olduğunda gözünün önünü göremiyordu.

Baktım çare yok, patrona anlattım durumu. “Madem bunca sevmiş, evlensin tabii, o bizi korurken biz de onun sevdiğini koruruz” dedi. Eh, haklıydı da bir yerde. Biz kendimizi yaktık diye fişek gibi delikanlı da mı yakaydı kendini?

Aldım karşıma, konuştum ikisiyle de. Burak’ın işini anlattım kıza. Kolay olmadığını, hiç kolay olmadığını anlattım. Kız “anladım seni abi” dedi.

Uzatmadık. Tez vakitte yaptık düğünlerini. “İş yerinden arkadaşları” olarak oturduk bir masaya. Kuru pastaları limonatalara ekledik. Hatta Burak çok ısrar edince patron sahneye çıkıp Koca Arap Zeybeği bile oynadı.

Bir an, sadece bir an Burak’ın, o öğretmen kızla hepimizin kaçırdığını yakalayacağını sandım.

Şimdi gidip kapısını çalacağım kızın. Aslında “biz haber veririz” dediler ama olmaz, benim gitmem lazım.

Şimdi gidip kızın kapısını çalacağım. Ay yıldızlı al bayrağı uzatıp “başın sağ olsun” diyeceğim. Biliyorum. O da bana “vatan sağ olsun” diyecek. Diyecek demesine de ben, “çevik davranamadım. Beni çatışmadan kurtarmak için geride kaldı, beni kurtarırken kendi aldı mermiyi” cümlesini nasıl kuracağım? Nasıl olup da “ölmek sırası bendeydi, Burak ilk defa aceleci davrandı” diyeceğim?

Çok anlattım ona. Ona anlatırken kendime anlattığımı bile bile anlattım. Bedeli ağır yalnızlıkların tayfasıyız biz. Bizim teknemizi bayrağı yüzdüren rüzgâr sürükler.

Sahi o tabloda başka neler var?

  • Geçenlerde Üsküdar Antikacılar Çarşısı’ndaki esnaf mezadında 10 liraya peye çıkınca hatırladım o tabloyu. Sizin çocukluğunuzu bilemem tabii. Ama benim çocukluğumda iki evden birinde vardı o tablodan. İlerde tepeler, tepelerin bittiği yerde etrafında ağaçlar olan bir ırmak, bazılarında ırmağın üzerinde bir küçücük köprü. Sonra belki bacasından incecik ve tertemiz dumanlar çıkan ahşap taş karışımı bir ev ve hatta evin bir penceresinden süzülen sarımtırak bir ışık.
  • Bazılarında ırmak kenarında geyik olur bu tabloların. Bazılarında şirin, minik köpekler. Kimisinde kuşlar, kimisinde kediler ya da ırmakta yüzen ördekler.
  • Zihnimi çok zorluyorum ama bu klasik manzara fotoğraflarında “insan” gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Bunu da çok anlaşılır buluyorum aslında. “Kurulabilir bir hayalin görselleştirilmesi”dir bu tablolar. İnsan kendini, sevdiklerini bu tabloya özgürce yerleştirmek ister. Bir yüz görmek istemez o tabloda. Yüzünü, bedenini, aşık olduğu kadını, doğmuş ya da doğması muhtemel çocuklarını o tabloya yerleştirdiğini hayal eder.
  • “Yaşanabilir bir hayat”ın, ancak uzakta dağları gördüğümüz bir su kenarında, ağaçlar arasında, yeşillikler içerisinde ve hayvanlarla birlikte olabileceği fikri zannederim en temel fikirlerinden biri insanın. Zannederim fıtrata uygunluk ile de bir ilgisi var bunun. 20. yüzyıl boyunca evlerinde bu fikre yer açan insanlar için “genetiklerinde yer alan” bir manzara idi bu. Ve o yüzden de bu kadar yaygındı. Ne ki artık hayatımızdan gölgesi bile çekildi fıtrata uygunluğun.
  • Fıtrattan uzaklaşan bir üzgünlük kaldı geriye.

Bir başyapıt: Koca Arap Zeybeği

Osmanlı’da, 16. yüzyıldan itibaren bilhassa Ege’nin bereketli topraklarında tarım işçisi olarak çalıştırılmak üzere Afrika’dan getirilen “köleler” zamanla yerleşik hayata uyum sağlamış, zaten pek “köle” gibi de değerlendirilmemişler anladığımız kadarıyla. Bu uzun meseleyi uzmanlarına bırakıp başka bir şey anlatayım size.

Afrika’dan gelenler zamanla “Afro-Türk” diyebileceğimiz bir sosyoloji geliştirmişler. Tabii, ortak bir dine mensup olmanın da bunda payı büyük.

Uyum öyle net ki “yöreye ait eşkıyalık” diyebileceğimiz efe-zeybek çetelerinde bol miktarda “Arap zeybek” de görüyoruz. Bölgeye Afrika’dan gelen bu insanlara niçin Arap denildiği de bir başka bahis tabii.

Adına türkü yakılan Koca Arap da bu zeybeklerden biri. Tahminen 1850’li yıllarda zeybeklik etmiş bu adam, Aydın civarındaki meşhur Yörük Osman Efe çetesinin baş zeybeği olmuş. Anlatılardan anlıyoruz ki hem cesareti hem de dev gibi fiziği sayesinde “Koca Arap” olmuş adı.

Bilmem, dinlediniz mi hiç Koca Arap Zeybeği’ni? Dahası, oyununu hiç izlediniz mi? “En yavaş ve oynaması en zor zeybek havası” denir bu hava için. Sözü yoktur havanın. Ama bilhassa Talip Özkan icrasıyla dinlerseniz anlarsınız ki zor, çok zor hayat yaşamış bir insanın içini dökmesi gibidir.

Bitirmeden bir not. Kurtuluş Savaşı’nda olağanüstü yararlılıklar gösteren efe-zeybek çetelerinin içerisinde çok sayıda “Afro-Türk”ün de yer aldığını biliyoruz. Bu toprakların selameti için toprağa düşenlere binlerle selam olsun.

#Kurtuluş Savaşı
#Üsküdar Antikacılar Çarşısı
#Ege
#Afrika
2 yıl önce
Tayfa
Any way out of Iraq?
Kaset devrinden taş devrine
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar