Sanat eleştirmeni John Berger bu defa hayvanlara nasıl bakmamız gerektiğini gösteriyor. Doğadan uzaklaşmamızla birlikte hayvanlarla olan kadim ilişkinin tamamen farklılaştığını söyleyen Berger’e göre anıtı hayvanat bahçeleri olan bu tarihsel kayıp kapitalizm kültürünün düzeltilemez kusuru.
Niçin hayvanat bahçesine gideriz? Çocukları eğlendirmek için aklımıza gelen ilk yerlerden biridir. Peki kafesin arkasındaki hayvanlara bakmak hem bizim hem de çocuk için nasıl bir anlam ifade eder? Yüzyılın en önemli sanat düşünürlerinden John Berger şimdi de hayvanlara bakarak görmeye çalışıyor. Doğadan kopuşumuzla birlikte hayvanlara olan bakışımızın nasıl değiştiğini çözmeye çalışıyor.
Berger’in farklı dönemlerde hayvanlar üzerine yazdığı makaleleri bir araya getiren Hayvanlara Niçin Bakarız? Cevat Çapan’ın çevirisiyle geçtiğimiz aylarda DeliDolu’dan çıkmıştı. Berger kitapta, hayvan ve insan ilişkilerine ilginç tespitlerde bulunuyor.
“Burçlar kuşağındaki on iki işaretin sekizi hayvanları gösterir. Eski Yunan dünyasında günün on iki saatinin her biri bir hayvan olarak gösteriliyordu. Hindulara göre yeryüzü bir filin, fil de bir kaplumbağanın sırtındaydı. Güney Sudan’daki Nuerlere göre, ‘‘insan dahil, bütün yaratıklar başlangıçta dostça aynı kampta bir arada yaşıyorlardı.” Berger, özellikle insanlığın ilk çağlarında her anlamda hayatımızın içinde olan hayvanlara modern toplumların nasıl yaklaştığını kendine has üslubuyla değerlendiriyor. Yaptığı alıntılar, değinilerle makaleleri eşsiz bir kaynak haline getirmeyi de her zamanki gibi başarıyor.
Aslında hayvan ve insan ilişkisine dair bildiğimiz ilk belgeler duvar resimleri. Resmin ilk konusu hayvandı, yine muhtemelen ilk boya da hayvan kanıydı. İnsanlar evcilleştirdikleri hayvanlara tapınmaya, beslemeye devam etti. İnsanlık tarihinin eski metinlerindeki hikayelerle bugünü kıyasalayınca hayvanlara olan bakışın değişimini görebiliriz. Ancak 19. yüzyılla birlikte işler görünür biçimde değişmeye başlıyor. Yazara göre o dönemlere kadar hayvanlarda da farklı nitelikler gören (sinirli, uysal, ürkek, canlılık veya hilebazlık gibi) onunla bir ilişkisi olduğunun farkında olan ve bunu geliştiren insan yerine onu da modern hayata adapte eden insan gelir. Bu kopuş Berger’e göre Descartes’le başlar: “Descartes insanın hayvanla ilişkisindeki ikiliği insanda içselleştirdi. Gövdeyle ruhu kesinlikle birbirinden ayırarak gövdeyi fizik ve mekanik yasalarının egemenliğine soktu, hayvanlar ruhtan yoksun oldukları için bir makine modeline indirgendiler.”
20. yüzyılda bambaşka bir tablo vardır karşımızda. Artık hayvanlardan faydalanmayı daha farklı anlamlandırırız. İlişkimiz tamamen kopar. Tarlada onlar yerine çalışan makinalar vardı. İşte bu noktada Berger Descartes’in de aşıldığını söylüyor.
Hayvanlar çok yakın dönemlere kadar hayatımızda sadece ihtiyacımız ölçüsünde baktığımız varlıklardı. Kedinin evde olma nedeni yakaladığı fareyle doğru orantılıydı. Köpek, güvenlik için bulundurulurdu. Yararlı olmalarının dışında hayvan besleme adeti ise oldukça yeni.Modern ev hayvanı evdedir. Bırakın kendi türünü başka bir hayvanla bir araya gelmesi bile çoğu zaman mümkün değildir. Kısırlaştırılır ve hatta poşetlerde alınan, fabrikalarda üretilmiş yapay mamalarla beslenirler. Berger’e göre ev sahipleri aslında sahiplerinin hayat tarzını yansıtan yaratıklardır.
Çocuklukla birlikte öğrendiğimiz hayvanlar beynimizin bir kenarında dururken, bir yandan da çizgi film karakteri gibi tamamen insani özellikler taşıyan hayvanlar tanırız. Vak Vak Amca gibi. Hayvanlar bu noktada gösteri dünyasının bir parçası olurlar. Tabi sadece bu da değil. Çocukların etrafı hayvan imgeleriyle sarılıdır. Oyuncaklar, çizgi filmler, dekoratif ürünler, kitaplar… Dünyanın en eski oyuncaklarından bazılarının hayvan şeklinde olduğunu da eklemeli. Disney gibi şirketler bu durumu popüler ve farklı bir hale getirmiştir sadece. Gerçeğe çok yakın hayvan oyuncaklarının artması da ev hayvanı fikrini ortaya çıkarır. Modern, kentsel ev hayvanı hayatımıza dahil olur.
Jumbo ne demek? Doğrusu bu kelimeyi sözlüklere sokan da bir fildir. Londra Hayvanat Bahçesi’nde Afrika’dan gelme, devasa boyutlardaki bir fildir Jumbo. Ömrünün son günlerini Amerika’daki sirklerde geçirmiştir. İsmi devasa boyutlardaki şeylerin tanımı olarak kullanılmaya başlamıştır. Berger Jumbo’nun hikayesini anlatırken hayvanat bahçelerinin sömürge döneminin bir imgesi olarak değerlendirir.
Hayvanların yakalanması ve büyük kentlerde sergilenmesi önemli bir meseledir. Bir yandan da yabancı ülkelerin ele geçirilmesini simgeler. Bu uzak ülkelere giden kaşiflerin yakalayarak kendi ülkelerine gönderdikleri hayvanlar bir göze girme çabası veya ‘milli’ duygularla değerlendirilir. Bir nevi diplomatik ilişki biçimidir. Oysa halkı bilgilendirmeyi hedefleyen bu doğal müzelerde hayvanları incelemek pek de akla yakın değil. Zira bu müzelerin hayvanları doğal koşullarda yaşamaz. Işığa kadar her şey yapaydır.
Bir de çocukların hayvanat bahçelerine bakışını görmeye çalışalım. Çocuklar hayvanat bahçelerindeki hayvanların neden uyuduklarını, garip davrandıklarını sorgularlar. Çünkü hayvanat bahçesindeki hayvanlar ne hayallerindeki, ne belgesellerdeki gibi ne de çizgi filmlerdeki gibidir.
Berger hayvanların önemsizleştirilmesinin, köylülerin önemsizleştirilmesiyle aynı döneme denk geldiğini de hatırlatıyor. Çünkü tarih boyunca hayvanları en yakından tanıyan köylülerdir. Aslında bu bizim doğadan, topraktan uzaklaşmamızla başlayan sürecin sonucudur. Şehirler büyüdükçe, köylüler ya yok olur veya hayatımızın merkezinden uzaklaşır. Köylülerle birlikte hayvalar da, toprak da. Doğaya dair hemen her şeyin yabancısı olup çıkarız.
Ve son olarak şu acımasız eleştiriyi ortaya bırakır düşünür: Hayvanat bahçelerinin amacı hayvanları görmektir. Ancak ziyaretçilerin hiçbiri bir hayvanla göz göze gelemez. “Anıtı hayvanat bahçeleri olan bu tarihsel kayıp kapitalizm kültürünün düzeltilemez kusurudur.”