|
Dışı içinde

Evleri yan yana dizmiyor, hayatları istif ediyoruz yeni şehirlerde. Hikayeleri birbirine tutturmuyoruz ipekten ipliklerle, zımbalıyoruz ucu ucuna yaralar açarak gövdelerinde. İnsanlardan anlamlar dokumuyoruz içimize, dokunmadan geçiyoruz hiç ilişmeden gizemlerine. Kelimeleri ucuzluktan mı seçiyoruz ne artık, sarmıyor sarmalamıyorlar meramımızın hiç bir üşüyen yerini. Gökyüzü ve yeryüzü ve ikisi arasında koşuşturan birtakım telaşlı karaltılar... Bu mudur yani hayat, bu mudur koskoca insanlığımızdan geriye kalan?

“Ben galiba artık hayatımın düğümlerini çözmekten tamamen vazgeçiyorum” dedi kadın. “Düğümleri çözmenin en etkili yolu da bu aslında” dedi adam gülümseyerek.

“Seninle karşılaşıncaya kadar gerçekleşmekte olan bu değişimi adlandırmaktan acizdim. Bugün ilerlemiş yaşımda koyduğum ad ise: aşkın içe işleyişi. Her şey akıntıya kapılmıştı. O üç armut ağacı, o alçak tepe, vadinin öbür ucu, biçilmiş tarlalar, orman. Dağlar daha yüksek, ağaç ve tarlalar daha yakındı. Görülebilir her şey bana yaklaşıyordu. Daha doğrusu her şey durmuş olduğum yere sürükleniyordu, çünkü ben artık orada değildim. Her yerdeydim, vadinin karşısındaki ormanda olduğum kadar ölü ağacın içinde, dağ yakasında olduğum kadar saman balyalarını bağladığım tarladaydım” diye yazmış John Berger, ‘Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü’ isimli kitabında.

Onca işimin arasında, dikkatimi benden alıp uzaklardaki bir uçurtmaya çeken ne? Gökyüzü mü, bulutlar mı, uçma arzusu mu, her geçen gün ağırlığı üstüme daha çok çöken yerçekimi kanunu mu? Karşı bahçedeki sararan otların derdi ne? Sarı saçlarını okşayan rüzgarla nispet mi yapıyor bu haylazlar bana? Ağacın altında simidinden iştahla ısırıklar alan adam... Neden onun gibi acıkamıyorum hiçbir şeye ben artık? Bahçede bağrışarak birbirini kovalayan çocuklar... Artık ben ne kadar da aralarında değilim onların! Yağmur damlaları düşüyor tek tek, belli birazdan ne varsa bulutlardan dökülecek. Her yeri, her şeyi ıslatacak, yağmura tedbir düşünen benim gibiler hariç! Bazen yanımdan bir şiir geçmiş gitmiş gibi his geliyor aniden, bakıyorum etrafa, hiçbir şey yok! Her şey ne kadar baş döndürücü aslında. Ama benim başım neden dönmüyor! Yalnızken insan, ne kadar da kalabalık dünya! Bir adım atınca neden kimse kalmıyor? Hemen herkes kendini süslemeye çalışıyor. Neden hiç kimse zaten güzel olduğuna inanmıyor! Belki söyleyeceklerim var insanlardan herhangi bir insana... Ama sesimi bastıran şu gürültülü atlıkarınca bir an olsun durmuyor.

Turgut Uyar’ın ‘Eski Bahçenin Bir Evi’ başlıklı dokunaklı şiirinden: “sonra ölüm konuşulur fısıltılar düzeyinde/ aşkın adı geçmez ama belleğin bir yerlerindedir/ çocuk gibi defne dalı gibi rüzgar gibi bir şey olarak/ lambanın sönmesini durdurur ocaktaki ateşi tazeler/ susulur saygı duyulur oturulur oturulur.”

Bazen bir yazıya neresinden gireceğini bilemiyor insan, bu durumda gelişme zaten olmuyor ve hiçbir şey de hiçbir sonuca bağlanamıyor. İnsanın içi de bazen tıpkı böyle oluyor, ne kadar uğraşsan düzen tutmuyor ne kadar toparlamaya çalışsan dağınıklığından ödün vermiyor. Haline bırakmak lazım aslında; tecrübeyle sabit ki, bizim dağınıklık sandığımız şeylerin derinliğinde bazen bilmediğimiz bir başka düzen saklı oluyor.

“Ne biliyorsun ki!” dedi meczup. Uzun bir sükutun ardından yineledi: “Ne biliyorsun ki!”

#Kültür
#Sanat
#Edebiyat
#Gökhan Özcan
1 yıl önce
Dışı içinde
Maskeli muterizlerin doğruluk vehmi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?