CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun FETÖ/KHK-Kavala-Demirtaş söylemleri artık vaka-i âdiyeden oldu. Her konuşmasında aynı şeyleri söylediği için aslında üzerinde çokça tartışılması gereken bu söylemleri kimse umursamıyor. Ancak Kılıçdaroğlu’nun son gurup konuşmasında Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili söylediklerini kulak arkası edemeyiz.
Önce Boğaziçi’nin geçmişine şöyle bir göz atalım. Kılıçdaroğlu’nun söylediklerinin asıl ne anlama geldiğini ve nerede durduğunu o zaman daha iyi analiz edebiliriz.
Başlayalım…
Amerika’nın, eğitim sistemimiz üzerindeki etkisi herkesin malumu. 1800’lü yılların başlarında Osmanlı topraklarına gelen Evangelist misyoner teşkilâtı Amerikan Board, imparatorluğun çeşitli yerlerine onlarca okul açtı. Amerikalı misyonerler için şüphesiz en önemli merkez İstanbul idi.
David Brewer Eddy, misyoner okulları içinde Robert Koleji’ne çok farklı bir yer veriyor. Okulun kurucusu Cyrus Hamlin’i öve öve bitiremiyor. Dedesinin babasının Amerikan Board’a nasıl büyük hizmetler yaptığını ayrıntılarıyla anlatıyor. Şu sözlerle tarif ediyor Robert Koleji’ni:
Kurtuluş Savaş’ından sonra kurulan Barış Masasında yabancı okullar da en önemli gündem maddeleri arasında yer aldı. Lozan’da yabancı okullara ciddi kısıtlamalar getirildi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de kısmen kontrol altına alındı. Ama yabancı okullardan eğitim alan ve kritik mesleklerde önemli mevkilerde olanlar vardı.
1924’ten 1947’ye kadar yabancı okulların faaliyetlerine ilişkin inişli çıkışlı sorunlar yaşandı. Kimi okullar eğitim hayatlarına son vermek zorunda kaldı, kimi okullar kanunların gereklerini yerine getirerek eğitim hayatlarına devam etti. Bugün de varlığını sürdüren yabancı okullar mevcut.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından kurulan yeni dünya düzeninde ABD yeniden sahne aldı. Marshall Planı kapsamında müttefikleriyle eğitimden tarıma, sanayiden, savunmaya her alanda anlaşmalar yaptı.
Temeli 1947’de atılan ve 1949’da imzalanan eğitim anlaşmasıyla ABD, Türk eğitim sistemi üzerinde ciddi etki edecek bir güç elde etti. Özellikle yükseköğretim sistemimizi ve üniversitelerimizi adeta ABD dizayn etti.
ODTÜ’nün kuruluş tartışmalarına girmeyeceğim. ABD, kendi yönetiminde olan Robert Koleji’ni üniversiteye dönüştürmek istedi. Bunun için Türkiye’ye ‘nükleer reaktör’ rüşveti bile teklif etti. Ama Lozan’a aykırılık tartışmaları yüzünden ABD bir türlü bu amacına ulaşamadı. 27 Mayıs darbesinin ardından atılan adım, 71 muhtırasından sonra amacına ulaştı ve Robert Koleji, kurulu bulunduğu kampüs üzerinde ‘Boğaziçi’ adıyla üniversiteye dönüştürüldü.
Her ne kadar Türk devletine devredilse de ABD’nin üniversite üzerindeki etkisi hep tartışıldı. Açılacak bölümler, atanacak yöneticiler, alınacak akademisyenler, kabul edilecek yüksek lisans ve doktora öğrencileri konusunda ABD’nin dahli hep tartışma konusu oldu.
15 Temmuz darbe ve işgal girişiminin ardından üniversite rektörlerinin belirlenmesi konusunda da yeni önlemler alındı. YÖK’ün belirlediği isimler Cumhurbaşkanı’na sunuluyor, Cumhurbaşkanı uygun ismi rektör olarak atıyor.
Bu yöntemle Boğaziçi Üniversitesi dâhil birçok üniversiteye rektör atandı. Ancak ilk rektörün görev süresi dolup, aynı yöntemle Boğaziçi’ne ikinci kez rektör atanınca ortalık karıştı. Çünkü birilerinin istemediği hiç kimse Boğaziçi’ne rektör atanamazdı. Rektör istifa etti, yerine yıllarca Boğaziçi Üniversitesi’nde görev yapan bir profesör atandı ama tepkiler dinmedi.
Niye dinmedi? İşte bunun sırrı Kılıçdaroğlu’nun şu vaadinde saklı: “Bütün yeni açtıkları fakülteleri, programları, iktidara geldiğimizde tamamını kapatacağız. Boğaziçi Üniversitesi gerçek anlamda Boğaziçi Üniversitesi olacak.”
Sayın Kılıçdaroğlu, acaba;
- “Yeni açtıkları fakülteleri, programları iktidara geldiğimizde tamamını kapatacağız” vaadini siyaseten mi yaptı,