|
Türkiye’nin hesapları

Yalta sonrası kurulacak dünyâda Türkiye’nin sâhip olduğu potansiyeller nelerdir? Bu tarz soruların cevaplarını ancak bir dizi mukayeseli akıl yürütmelerle vermek mümkündür. Görebildiğim kadarıyla mukayeseli akılyürütmeler daha çok “üstün” olarak algılanan “ileri” Batı toplumlarla “biz” Türkler arasında yapılır. Netice, genellikle hayâl kırıklığı ve yetersizlik algısı doğurur. Bu yerleşik akıl yürütme, Türkiye Cumhûriyetinin kuruluş felsefesi “çağdaş, uygar Batılı” olmayı hedefe koyduğu için böyledir.

Aslında târihsel istikamet belirleme gelenekleri açısından bakıldığında bir tutarsızlık, kesinti de mevcût değildir. Atalarımız Oğuz Türklerinden başlayarak Türklerin istikâmeti hep Batı olmuştur. Orta Asya steplerinden İran’a, daha sonra da Rûm diyârına yapılan göçler ve yerleşimler bunun başlangıcını oluşturur. İran o devirlerde Türkler için Batı idi; Anadolu ve Balkanlar da öyle.. Avrupa ve Atlantik mâcerâmız bu istikâmetin olsa olsa nihâi aşamalarıydı.

Türklerin Batı’ya gidişi dâima ve kaçınılmaz olarak bir “Batılılaşmayı” da içermiştir. İran Türkler için âdetâ bir Batılılaşma dersidir. Türklerin antik devlet görgüsü, bilgisi ve başta edebiyat olmak üzere ince sanatlar geliştirme becerisi kazanmasının evvelâ İran, daha sonra da İslâm devletleriyle ve nihâyet doğu Akdeniz’in emperyal gücü olan Roma ile geliştirdiği temas ve ilişkilerden neşet ettiğini düşünürüm. Ama daha ilginç olan, Türklerin her tecrübede asimile olmaması ve âdeta zeytinyağı gibi suyun üzerine çıkmasıdır. Türkler evvela bağımlısı ve parçası olduğu yerleşik yapıların daha sonra hâkimi hâline gelmeyi başarmıştır. İran’dan devlet idâresini öğrenen Türkler, daha sonra İran’ı asırlar boyu idâre edecektir. Benzer resimleri çeşitli İslam devlet formasyonlarında da tâkip edebiliyoruz. Bu yoldaki birikimlerinin şâhikası hiç şüphesiz Roma’nın yerini alan Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Mühendislik dünyâdan ödünç aldığım bir kavramlaştırmayla ifâde edecek olursam, sürekli hareket halinde olmayı hayât prensibi hâline getirmiş olan “Yürük” dünyâsının dinamikleriyle müesses dünyânın statikleri arasında kurulan ince ve hassas dengelerin mahsulüydü bu.

Modern dünyâda Batıllılaşma meselesini doğuran sebep, süreçlerin zamâna yayılan etkileşimlerin mahsûlü olmaktan çıkması, yukarıdan aşağıya, dışarıdan içeriye dayatmalara evrilmesidir. Bir bakıma Türklerin “Batılılaşma” mâcerası sezaryen bir mâhiyet kazanmış, “Batılılaştırma” olarak tezâhür etmeye başlamıştı. Balkanlar ve Mezopotamya’dan kopartılan Türkiye Cumhûriyeti için Batılılaşma tecrübî bir çeşitliliğe dayanmıyordu. Somut olarak idrâk ettiğimiz yegâne tecrübe, pek çoğu mağlûbiyetle nihâyete eren savaşlar ve bize fakirlik olarak dönen bağımlılaştırıcı ekonomik münâsebetlerdi. Bunlar negatif uçlardı. Ama diğer uçta Batı’nın felsefesi, medeniyeti, üstün sanatları, insanlık idealleri, bilimi, ve refahı vardı. Bizde olmadığını düşündüğümüz bu nitelikler ise onun pozitif taraflarını oluşturuyordu. O hâlde yeni istikâmetimiz Batı’nın pozitif taraflarını negatif taraflarından ayırarak devâm etmek olmalıydı. Batı’ya rağmen Batılılaşacak, onu aşacak, kaybettiğimiz îtibârımızı yeniden kazanacaktık.

Gelin görün ki süreçler öyle işlemedi. Yalta’da kurulan dünyâ düzeninde Türkler ve Türkiye iyice çepere itildi. Batı’ya rağmen Batılılaşmak ideali ise zihin dünyâmızı sakatlayan derin komplekslere dönüştü. Olmuyordu işte.. Bilimde yerimizde sayıyor, sanayileşemiyor, demokratikleşemiyor, onlar gibi medenîleşemiyorduk. Kullandığım mühendislik kavramlara dönecek olursam, yeni Batılılaşma tecrübemizde statik hesaplar ile dinamik hesaplar buluşamıyordu. Statik hacminden fazla yer kaplıyor, dinamik ise baskılanıyordu. Bunun siyâsal dildeki karşılığı devlet inşası ile ulus inşâsı arasında kesin bir mizan tutturamamaktı. Başarısızlıklarımızın hesâbını da birbirimizden sormak îtiyâdımız, mutâdımız hâline geliyordu. Batıcı öncülere göre suçlu adam olamayan halk; halkın hissiyâtlarına tercüman olan entelijensiyaya göre ise ihânet eden dekadan aydınlardı.. Bu gerilim hâlâ devam ediyor. Ama fiiliyatta eski durum yok. 1950’lerde açığa çıkan, 1960’da söndürülen dinamikler, 1980’lerde yeniden zuhur etti ve statik baskılara uğrasa da elyevm bütün azâmetiyle ve önlenemez bir şekilde yaşanıyor. Pekiyi statik yapılarımız ne âlemde? Müesses dünyâmız 20. Asrın başlarından bugüne, çeşitli olumsuzlamalar üzerinden dâima dinamik potansiyellerle kavgalıydı. Dün her türlü dinamizmi tehlikeli bulup ezen statik yapılar bugün tam bir savrulma yaşıyor ve çeşitli anomik işbirlikleri temelinde dinamik hesapların baskısı altına giriyor. Diyalektik bir savrulma bu. Türkiye’nin dinamik ele avuca sığmazlığı muazzam bir potansiyele işâret ediyor. Ama dinamik hesaplar katıksız işlediği zaman anomiye evrilir; verimliliğini kaybeder ve bir zaafa dönüşür.

Yalta düzeninin koyduğu ağır blokajlar kalktıkça yeniden târihsel havzalarımızla buluşuyoruz. İşte Sûriye’de, Irak’da, Libya’da, Somali’deyiz. Bunlar büyük işler. Statiği olmayan dinamik hesaplarla fazlaca ileri götürülemez. Apaçık görülüyor ki, Türkiye’nin kurumsal bir dönüşüme ihtiyâcı var. Dinamikleri kollayan, verimlilik ekseninden onları düzenleyip önünü açan yeni bir statik hesap dünyâsı inşâ etmek zorundayız.

#Yalta
#Türkiye
#Batı
4 yıl önce
Türkiye’nin hesapları
İsmailağa buluşması
Nezahet, Zarafet ve Nezaket...
İmalat PMI, kredi kartı harcamaları ve Fed
Kim bu çılgın tüketiciler
Yıl 2030: Sokak köpekleri simülasyonu