Her şey, sanki bitmek bilmeyen bir cümle gibi hayatın içinde uzayıp gidiyor ve içimden gelen herhangi bir şeyi söylemek için aradığım o minicik boşluğu bir türlü bulamıyorum!
Bana çözemeyeceğimi bildiğiniz problemlerle gelmeyin; biz matematikle aynı dili konuşmuyoruz!
Hayat onun için her zaman fazlasıyla meşakkatli ve karmaşıktı. Olabilecekleri önceden tahmin ediyor ama olmalarını hiç istemiyordu. Buna karşılık, hep olamayacak şeyleri istiyor ama bunu neden yaptığını da hiç bilemiyordu.
Evden çıktığımızda içimizde ısrarla kendini peydahlayan “Ocağı kapattım mı?” tereddüdü var ya, işte öyle bir endişe var içimde hep... Hayatımın geri dönüp bakmadığım bir yerinde ihmal ettiğim bir şeyler için için yanıyor sanki!
“Ben hep acıktım dünyaya” dedi gölgesine sığındığı kavak ağacına, “ama hiç iştahım olmadı!”
Bu uzun yol nasıl bitecek söyleyin, bu kısa adımlarla!
“Kendimi rahat bırakırsam, içime dönüp düşünürsem eğer, aklımı kaçırırım. İncecik, gergin katmanlar halinde çok fazla şey var ve bambaşka yönlere çekilip uzatılıyorum; elimi uzatıp erişebilmek için çok uzaktayım” diye yazmış ‘Günlükler’inde Sylvia Plath.
Hayat uzanışlardan bir türlü dokunuşlara geçemediğimiz bir rüya gibi... Sıçrayıp uzansak da sık sık, uyku yine hep galip geliyor.
Yıllar boyu çok şey bekledim hep hayattan. Mesela beni örtüp saklamasını soğuklardan... Sonra öğrendim ki, hayat eni boyu belli bir yorgan ve insanın boyu onun için çok uzun!
“kalbin içinde kalbur/ biriktirdiğin her mecaz, ağzındaki ilk yara/ gülleri ateşle sınayan bahçıvan haksız/ haksızsın ve ellerinde güller, bu kadar belki dünya” diyor Güven Adıgüzel bir şiirinde.
İnsan yaşayamadığı ve bir gün yaşamayı umduğu şeyleri içinin bir köşesinde biriktirip duruyor ama zamanı aynı şekilde biriktiremediği için çaresiz kalıyor, çırpındıkça yorgun düşüyor.
Hepi topu bir küçük ânın içini doldurmak için bunca şeyi yüklenmemize gerek var mı? O ân, her zaman, en heyecan verici sürprizlerle kendi içini en güzel şekilde doldurmuyor mu zaten?
Kendini kaygısızca denizin sakin kollarına bırakan küçük bir sandal... Sandalı kollarında bir annenin kucağındaki bebeğini uyutması gibi usul usul sallayan müşfik deniz... Bu aşk değilse nedir?
“Bu kadar zor bir geceden sonra bu kadar güzel bir gün beklemiyordum” diye geçirdi içinden. “Doğumlar hep zordur” dedi gülümseyerek pencereden içeriye dolan berrak sabah.
Artık hiç kimsenin dönüp bakmadığı yerlerinde yeryüzünün, hayatın bir türlü çözemediğimiz sırlarını açıklıyor birbirine börtü böcek!
Görebildiğimiz en uzak yerin ötesinde daha uzak yerler var. Bazen adımlarımızı önemsemeyi gerçekten çok abartıyoruz!
“Kulağımın duyduğunu ağzın söyledi mi gerçekten?” diye sordu biri yanındakine. “Ağzımın aklından geçirdiğini nasıl duydu senin kulağın?” dedi yanındaki. Çamaşırsız bir günde canı sıkılan iki ahşap mandaldılar ve esintiyle hafifçe sallanıyorlardı gevşek çamaşır ipinde.
Boşta bulunup “Ben...” diye söze girdi meczup... Sonra derin bir sükutla geçecek o koca güne yol veren o tek kelimeyi ekledi buna fısıltıyla: “Estağfirullah...”






