Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üzerine kurulan yeni Türkiye’nin askeriyeden ferdiyete… yaşadığı tüm sosyal süreçler onun romancı merceğinin altında gerçeklikle kurgunun bütünleştiği bir belagat kasırgası içinde sunulmuştur.
Esir Şehir üçlemesi, adını Esir Şehrin İnsanları adlı ilk romanın giriş bölümünden alır; kapsamı aynı roman ortalarında “esir memleket” olarak genişletilir ve ikinci bölümde yer alan şu gerekçeye bağlanır:
“Muharebede düşman karşıdadır. Üniformalıdır. Az da olsa, çok olsa da bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur. Ama, hep ileri bakmanın rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez!”
Üçlemede 1912 yılından başlatılan hikâye, şu dört tarihteki dört önemli siyasi kırılmanın üzerinden anlatılır: 16 Mart 1920 ((İngilizlerin İstanbul’u İşgali), 14 Temmuz 1921 (Fransız Balosu), 9 Ağustos 1930 (Serbest Parti oluşumunun Vakit gazetesinde duyurulması), 17 Kasım 1930 (Serbest Parti’nin kapatılma kararının Vakit gazetesinde duyurulması).
Üçleme, her şeyden önce bir İstanbul (şehir) romanıdır; ondan sekiz yıl uzak kalanlarla, onu korumak için canlarını feda edenlerin “Canım İstanbul’um” nidalarına hemen aynı düzeyde muhatap olan İstanbul’daki hayat, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Şevki Bey’in yaveri Mehmet Ali’nin intihar haberiyle birlikte bir dergide yayınlanan mektubuyla özetlenir.
İstanbul’un can damarları kesiktir. Haydarpaşa’dan Eskişehir’e kadar tren yoluna İngilizler el koymuş, İzmir hattını Fransızlar, Konya’ya kadar olan kısmını da İtalyanlar almıştır çünkü.
Dolayısıyla Esir Şehir üçlemesine söz konusu bilgilerin zihinleri ayartıcı cazibesi üzerinden değil, o zamanki insanların duygu ve düşünceleri, toplumsal, siyasal ve ekonomik şartları, savaşın, yoksulluğun, hürriyet talebinin yol açtığı çatışmalar, çözülmeler hatta travmalar üzerinden okuduğumuzda asıl Kemal Tahir’in Batı romanın sınırlarını da genişleten romancılık hakkını teslim etmiş oluruz.
Öte yandan, Esir Şehir üçlemesinin son romanında, Münir Bey’in dilinden verilen ve “Biz, Batı'yla er geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız! Bunu gerçekten yapmadıkça, Batı'ya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz!... Bunu böyle bilesin, gazeteci Murat! İşini ona göre tutasın” cümleleriyle biten toplumsal manifestoyu, sömürgeye ilk güçlü itiraz (aynı zamanda ilk yerli vurgu) ve içerideki hainlerin ifşasına bir katkı olarak okuduğumuzda ancak Kemal Tahir’i daha iyi anlamış oluruz.