|
Edebiyat kaygımız

Okurlarımın, kaygı / endişe / ihtimam-gösterme fenomenleri ve bunların benlik’le ilişkisi hakkında Heidegger’ce -bir edebiyatçı özeniyle- yapılan tanımlara / çerçevelemelere vakıf olduklarını var sayarak, ben de onlardan hareketle, edebiyat kaygısı içinde olmanın, aslında edebiyatı aşan ya da edebiyatı kendiliğinden kendi içine çeken “bir dünya-içinde varolma” yönelimine, ilgili konuda “ben düşünüyorum” demelerimizin “ben bir şey düşünüyorum”a denk düştüğünü söylemek istiyorum.

Bu manada edebiyat kaygısı şairin şiiri, hikayecinin hikayesi, öykücünün öyküsü, eleştirmenin eleştirisi... için duyduğu kaygıdan çok fazlasıdır.

Zira o içinde yüzülen bir havuzdur ve edebi türlerle / edebiyat medya ve magaziniyle meşgul olanlar bir yüzme meraklısı olarak ona tabidir. Dolayısıyla, edebiyat kaygısından anlaşılması gereken, havuzun selametidir ki, onun selameti de meraklılarının selameti demektir.

Havuzu edebiyat dünyası’na bir karşılık olarak aldığımızda, edebiyat kaygısını dünyaya mahsus özel bir kaygının içine çekmiş, ki bununla bütünün özelliklerini taşıyan bir parçadan bütüne / dünyaya yönelmiş oluruz.

Dünya varlığımızın dünyası olarak tek, ancak dünya görüşlerimizin, inançlarımızın, kanaatlerimizin... dünyası olarak çoktur. Dolayısıyla bizler çoktan bir seçim yapmaya yazgılı olarak dünyada ancak kendi dünyamızla var oluruz. Böylece dünyanın yükü, kendi dünyamızla sınırlanmış olmamız bakımından taşınabilir yük haline gelir.

Geçmişteki ümmetin yaptıklarından sorumlu olmayışımız; diğer şeriatların yanlışlarını doğrultmak yerine, kendi şeriatımızın doğrularında derinleşmekle yükümlü ve dünyada oluşumuzla / dünyalı olmakla dünyaların sahibine borçlu bulunuşumuz, edebiyat kaygısı esasında “ben düşünüyorum” dememizi “ben Müslüman olarak bir şey düşünüyorum”a havale eder. Yakın geçmişte büyüklerimizin, elan edebiyat konusunda kalem oynatan kardeşlerimizin, bu menzilde dile getirdikleri hususlar, zikrettiğimiz nedenle, salt bir edebiyat kaygısını değil, Müslümanların veya İslam edebiyatının kaygısını temsil eder.

Sekülerleşmenin rüzgarına gönüllü olarak kapılan kimi Müslüman edebiyatçıların, bunu kendi imanlarının sorgulanmasına yorarak, rahatsızlıklarını ileri sürmeleri mümkün olmakla birlikte, konu ferdiyetle ilgili değildir; ümmetin, sair ümmetler içinde kendisine mahsus olarak oluşturduğu bir dünyaya; geçmişten bugüne ve yarına erişen edebiyat birikim, eylem ve potansiyelinin toplamına dairdir.

Yukarıda zikrettiğim hususları, merhum Ramazan Dikmen’in yaklaşımından vereceğim bir örnekle somutlaştırmak isterim.

Ramazan Dikmen, öykü türünde yoğunlaşmış olmasına rağmen, Cemal Şakar’ın kelimeleriyle, yazma fiilini amelinden sayar ve kimi edebiyatçıların bunun kaygısını taşımamalarından duyduğu rahatsızlığı hemen her ortamda açıklıkla dile getirirdi.

Öyküyle ilgili bir konuşmasında, inanç ve gündelik hayat arasında yaratılan çatışmanın sosyolojik boyutu üzerine sorulan bir soruyu şöyle cevaplamıştır:

“Müslüman kimlikli Türk insanı, Batılılaşma hareketinden itibaren girdiği toplumsal süreçte çok köklü bir zihniyet değişimine maruz bırakıldı. Bu değişim, asıl kimliği oluşturan İslam diniyle, bütün tarihiyle, tasavvufuyla, kültürüyle ve sanatıyla yabancılaşan insan tipini çıkardı. İslam’a, Allah’ın, Peygamber’in ve onu yorumlayan İslam ulemasının belirlediği çizgide değil, kendi keyfince tartışarak inanan insanların zihniyet yapısına geçildi. Yani dini, Allah’ın istediği gibi değil, kendi arzularının öngördüğü gibi algılayan, naasları tartışarak, pazarlık ederek inanan bir insan ve toplum tipi çıktı karşımıza. İşte bu insan tipini gösteren bir tema vardır hikayelerimde.

Kahramanlar arasındaki ilişkilerde bu köklü zihniyet değişikliğini hep görürüz. Ve bunu bütün hikayelerimde bilerek vermeye çalıştım. Bana göre Müslümanlığı ciddiye alan, ben Müslümanım diyen bir yazarın yapması gereken şeydir bu. Zaten günümüzün asıl sorunu da budur. Benim yapmak istediğim de modernleştirilerek tahrif edilmiş bir din anlayışıyla, geleneksel akışa bağlı bir din anlayışının çatıştığı bir durumla karşı karşıya geldiğimizi vermeye çalışmaktır.”

Okurlarım, Ramazan’ın söyleşisinin tamamını ve konumuzla birinci derecede ilgili olan Nasıl Bir Edebiyat İçin ve Niçin Yazı başlıklı denemelerini, vefatından sonra Hüseyin Su tarafından hazırlanan Tükenerek Çoğalmak adlı kitabından okuyabilirler.

Ramazan’ın alıntıladığım satırlarında açığa çıkan edebiyat kaygısı, çok yakınında yaşamış olmam nedeniyle ondan bana kalan en değerli mirastır.

#Heidegger
#Fenomen
#Edebiyat
4 yıl önce
Edebiyat kaygımız
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?