|
Tuhaflıklar..

“Türkiye yerinde durmalı”, “Kapımızı kapatıp evimizde oturalım; belâya bulaşmayalım”, “Libya’da, Sûriye’de ne işimiz var?” benzeri çıkışlara âşinâyız. Bu tarz çıkışları yaygın olduğunu düşündüğüm bir emekli memur söylemine benzetiyorum. Öylelerine rastlamışımdır. Şahıslarla sınırlı kalsa mesele mizâhî bir perdeden geçiştirilir. Ama bahsi geçen söylem siyâsallaşarak bâzı partilerin resmî söylemine dönüşür, hele hele kemikleşirse vaziyet farklı olur.

“Ne işimiz var?” söyleminin muhtevâsı tepeden tırnağa faydacılıktır. Yâni bu söylem “fayda-zarar” ilişkisine oturur. Meselâ Türkiye’nin Sûriye’ye müdâhil olması, Libya’da boy göstermesi ona zarar vermektedir. Bu bakış ve değerlendirmenin hiçbir morâl-değersel karşılığı yoktur. Sözüm ona reel bir akıl yürütmeyle yapılır. Ama zararların ne olduğu husûsu karanlıkta kalır. Meselâ; “Etrafta dostumuz kalmadı”, ”Medenî dünyânın gözünde ne hâllere geldik..”, ”Memleketi mülteci doldurdu” vb ucuz ifâdelerden ileri gitmez.

Peki, savaş yüklü süreçlere morâl-değersel bir eleştiri mümkün mü? Sistematik ve kategorik olarak elbette mümkün. Savaş karşıtlığı özünde saygıdeğer bir yaklaşımdır. Savaşan tarafların, savaşmayı meşrû gösteren iddialarına kulak tıkayıp, aralarında herhangi bir ayrım yapmadan topyekûn eleştirmek bunun en radikâl örüntüsünü oluşturur. Ama bu radikâl eleştiriyi eğer, savaşmak zorunda bırakılan, ama savaşmayı reddeden taraflardan birisi yaparsa manâ kazanır. Gandhi bunu yapıyor, tekmil dünyânın saygısını kazanıyordu.. Bu tarz değerlendirmeler dışarıdan yapıldığı zaman mekanikleşir, bir yüzeyselleşmeye ve aşınmaya uğrar. Zaman içinde de inandırıcılığını kaybeder. Bir savaşta her iki tarafın da haksız olduğu durumlar kadar; pekâlâ haksız ve haksızlığa uğrayanlar da olabilir. Dışarıdan gelen ve bu ayrımı yapmadan, tarafları dinlemeden kategorik olarak savaşa karşı çıkmak haklı-haksız ayırımını yapmadığı için gayr-ı âdil de olabilir. Pekâlâ; tarafları tartmak; kimin haklı kimin haksız olduğunu anlamaya soyunursak ne olur? Bu, “haklı savaş-haksız savaş” ayrımını yapmaya götürecektir bizi. Bu durumda da haklı gerekçelerle savaşanlara “Savaşma!..” demek tutarsız, mânâsız bir hâle düşürür bizi. Radikâl olmayan savaş karşıtlığı da burada ortaya çıkar. Haksızlık çok bâriz ise; meselâ apaçık haksız sebeplerle birilerine savaş açan kuvvetler varsa karşıtlık geliştirmek kolaylaşır. 20. asırda tablo aşağı yukarı böyleydi. Sömürgeciliğin işgâlleriyle boyunduruk altına alınmış, iliğine kemiğine kadar sömürülmüş halkların isyânını anlatan savaşlar tomurcuklanıyor ve Asya’dan Afrika’ya, oradan da Lâtin Amerika’ya patlıyordu. Kim ne diyebilirdi? Silâhlı kurtuluş hareketleriydi bunlar. İsyân edenler serâpa mazlumdu. Savaşları “haklıydı”. Burada radikâl savaş karşıtlığı marjinâlleşecek; vicdanlar “haklıdan yana savaşan” taraftan yana olacaklardı. Bir misâl verelim: 1960’larda ABD’nin Vietnam’ı işgâlini kınayan, Bertrand Russell, Jean Paul Sartre gibi feylozof ve sanatçıların başlattığı, Türkiye’den de Mehmet Ali Aybar’ın katıldığı meşhûr Vietnam Savaş Suçları Mahkemesi büyük bir tesir uyandırmıştı.

Ulusal Kurtuluş Savaşlarında ortaya çıkan “haklı-haksız” ayrımına sınıfsal kurtuluş savaşları da dâhildi. Vahşî kapitalizmin acımasızca sömürdüğü, faşizmle zapturapt altında tuttuğu “aşağı sınıfların” isyanları da “haklı savaş-haksız savaş” ayırımına dâhildi. Paris Komünü’nde adamlar isyan etmeyip de ne yapsınlardı? Castro, Che isyan etmeyip ne yapsındı?

Sonrası ise bu berraklıkta gelişmedi maalesef. Haklı olanlar bir zaman sonra haksızlık yapmaya başladı. Dahası, kendilerine haklılık kazandıran değerleri yaşatmak adına oldu bu. “Devrimler evlâtlarını yer” diye bir lâf vardır. Çok yanlıştır bu. Devrim bir özne değildir ki. Doğrusu, “Devrimciler birbirini yer” olmalıdır. Bir değeri o değerin karşıtları değil, en başta o değeri savunanlar incitir, çürütür. Robespierre, St. Just, Danton ve Marat gibilerdir Fransız Devriminin değerlerini çiğneyen. Lenin, Stalin ve Mao’dur sosyalist değerleri ezip geçen. Karşı devrimcilik dışarıdan çok veyâ en az o kadar devrimciliğin içinden gelir. Diyalektiğin icâbıdır bu..

Bugün de bakıyorum, savaş karşıtlığını savunanlar için de tablo farklı değil. Savaş karşıtlığının plâstik bir kullanımı olduğunu düşünüyorum. Kimileri bunu kendi kirli savaşını aklamak için âdetâ bir çamaşır teknesi gibi kullanıyor. Bir de vicdânî retçiler var. Aralarında tanıdığım ve bir kaçını uzun uzun dinlediklerim var. Sosyopatilerini derinden hissettim ama her seferinde vicdanlarının nereye sıkıştığını düşündürttüler. Dünyâ önce şaşırtıyor, sonra da her şeyiyle tuhaflaşıyor.. Tuhaflık… Ne kadar esrarlı bir kelime…

#Türkiye
#Gandhi
#Asya
#Latin Amerika
4 yıl önce
Tuhaflıklar..
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi