|
Ateşe kesilmiş dizelerin yürek yakan bahçesinde!

Türkiye’mizin şiirini kan ter ve gözyaşıyla hep birlikte yazdık, yazıyoruz diyerek kalemime mürekkep olmuş edebiyatçıların sesinden kendi memleketimin nefesini çekmeye çalıştığım üçüncü yazı.

Erdoğan’ın Başkan seçildiğinde Külliye’de başladığı konuşmasına Edip Cansever’in bir şiiriyle başlamasından hareketle, ne de olsa her vatandaş biraz yaşayan Türkiye’nin şairidir bizde diyerek. Devam edelim.



1974 baskısı tozlu bir şiir kitabı elimde. ‘Eski Şiirin Rüzgarıyle.’ Yahya Kemal. Anın hüzün ve şiddetini akıtmaya içine daldığım Boğaz’ın sularında, en diplerdeyken, elbette şarkılardı beni gençliğimde bu rüzgarın dilinde büyüten.

“Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden

Bendim geçen ey sevgili, sandalla denizden

Gönlümde, uzaklarda bütün bir gece sizden

Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden!”

Böyleydi, ters akıntıların ortasında Boğaz suyuna eğildiğimde çehresi aksimin, yaşadığım çevrenin. Hüzünlü, tenha, dalgalı ve şiddetli. Eskiyle yeninin harmanlandığı o dönem gerilerde kalmıştı. Yıkımın, göçün, sürgün ve talanın gümbürtüsünde betonun ve asfaltın göğü delen çığlıklarında serin bir yaz ikindisinin düşleriyle yeni dörtlükler okuyorduk şiirimizin içinde. Tanpınar erken hüznümüzün sesiydi:

“Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan

Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan

Dönmeyen gemiler olduk açıktan

Adımızı soran, arayan var mı…”

***

Ama beni bu ahenkli hüzünden ziyade “Büyük uçurtmamı çalmışlar deliliğimden, mor gözlü çocuk ölüsü bir pazar, onu bulamıyorum.” Diyen Ece Ayhan’ın şiddeti sarsıyordu ta derinden. “Saat kaç olursa olsun

Çocukların ölüm şarkıları

Saat kaç olursa olsun

Çocukların

Bitiyor açık pencereden

Bitiyor kül rengi evde...”

Öyle bir kuşaktı ki, 50’lerin mesela 54 yılının gizemini bir gün onların iç sesinden işitmek için şiirlerine yeniden ve yeniden dalmayı arzu ettiğim bir dönemin ruhuydu bugüne sesini bırakan. Sezai Karakoç’un Monna Rosa’sının bu anlamda üzerinden geçmeyen ‘şair vatandaş’ yoktu herhalde.

“Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara

Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.

Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;

Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.

Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.

Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara.”

Tanzimat ve Cumhuriyet dönemindeki ‘alafranga’ dokunuşun izleri her kesimden şairin soluğuna ister istemez sinmişti. Sonraki yıllarımda iş edinmiş, Rimbaud’nun, Baudelaire’in, Verlaine’in etkisini gördüğüm en meşhur şairlerimizin geç dönemlerine eğilmiştim. Mesela Dağlarca’nın 2008’lerde yazdığı son şiirleri, artık bambaşka bir Türkiye’nin ruhuna değecekti.

“Şimdi bir ata benzer o

Binicisi kendi olan

Kimse yalnız ölmez

Dizesi de gider onunla.”

***

Yeni gelenlerin çektiği nefeste dirilen mısralar Türkiye’nin birkaç büyük şehirden ibaret olmadığını edebiyatta da hissettiriyordu. Zorunlu göçler, bitmeyen çatışmalar, dağılan aileler, terk edilen anılar… Derken önceki yazımda andığım Bejan Matur’dan sonraki kuşak eserlerini vermeye başlamıştı.

“Bir şarkı ağlar kahvelerde, her yaraya susarım

Taşrada sıkıntıyla söylenince bazı sözler

Patikalarda bırakırım canımın her yükünü, eve dönerim.”

Diyordu Kemal Varol Diyarbakır’dan.

“Yalnız ben ve ellerim kalıyordu uzun masalarda

Evler o zaman annelerle üzgün, babalarla tövbe…”

İskenderun’lu Serkan Ozan Özağaç’ın “Ayrılıyorsun dizelerin avuttuğu kalbimden, Acı’yı anlayarak / Şimdi hangi mevsimin bakışındadır, sonsuzluğa ait yaşamak?” diye sora sora içine akıttığı ağrıları memleketin genç yüreklerine kan pompalıyordu damardan. Arayışları kısa, özlemleri uzun, yeni Türkiye’nin ruhunda yediveren bir maneviyat çiçeği açıyordu.

“Yok gibiliğin taşır güllere nasılsa

Her Harfte bin yıl yaşadığını:

Elif.Lam. Ra.

Ve aşk’ta kün.

Şimdi!”

***

Furug Ferruhzad’ın ve Anna Ahmatova’nın şiiriyle tanıştığımda zaten Türkiye’nin bir döneminin tozlu şiir kitabının kapağını kapatmış, divanların ve nutk-ı şeriflerin sesinde kaybolmaya başlamıştım. Türkiye’nin gönlünden perdelerin kaldırılmasıyla benzer bir seyir izleyerek. Bazı tınıları ise eşyanın esrarında kendi yankısında bırakarak.

Ziya Gökalp’ten esinlenmedim mesela. Necip Fazıl’dan etkilenme dönemime geç kaldım. Avuçta Plath’ın, Bachmann’ın, Müldür’ün, Gülten Akın’ın şiiri vardı. Behçet Necatigil’in Rilke’nin Malte Laurids Birgge’nin notlarını çevirisinden aldığım esin ise pek çoğundan fazladır kuşkusuz.

Bugün bakıyorum da, şimdiki maneviyat yolcusu gençler bizlerin geride bıraktığı Batılı şairlerin sesini keşfetme telaşıyla Karacaoğlan’ları, Yunus’ları, Mısri’leri hep ihmal ediyorlar. Kesintisiz zikir misali şimdi ve buranın şiirini aşk ile yazmaya devam eden gerçeğin dilini işitmek için birer ‘yâren’ olmayı göze alamıyor, bedelini ödemeye yanaşmıyorlar.

İroniktir, beni de kendi yaşadığım toprakların içinden işitilen efsunlu sesle tanıştıran da anadili Arapça olan bir büyük zatın ‘Arzuların Tercümanı’ adlı eseri olmuştur. İbn Arabi. Evet şiirimiz yazılmaya devam ediyor ateşe kesmiş dizelerin yürek yakan bahçesinde.

“Hayret hayret! Bu ne güzel bir bahçe, tam da ateşin ortasında

Bütün sûretleri kabul edecek hale geldi kalbim

Ceylanların otlağına dönüştü, rahiplerin manastırına.”

#Tarih
#Şiir
6 years ago
Ateşe kesilmiş dizelerin yürek yakan bahçesinde!
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset