
Sa’lebe b. Abdurrahman adında bir genç, Müslüman oldu. Yeni dinine aşkla bağlandı. Mescidi Nebevi’den ayrılmadı. İbadetlerine aksatmadan devam etti. Kısa zamanda herkesin sevdiği, değer verdiği bir genç oldu. Allah Resulü de onunla ilgileniyordu. Bazen küçük işler vermek suretiyle yakınında tutuyordu.
Bir gün bir iş için bir yere gönderdi. Sa’lebe yolda Ensar’dan birinin evinin önünden geçerken gözü içeriye ilişti. İçerideki hanımefendinin yarı örtük vücudu görünüyordu. Banyo yapıyordu. Bakışlarını kaçırdı ama biraz ağır kalmıştı. Sonra kendine geldi ve hızla uzaklaştı oradan.
Evinde yıkanan bir insana nasıl bakardı, hele de bu bir hanımefendi ise?
Bir Müslüman olarak mahremiyeti nasıl ihlal ederdi?
Gözlerini haramdan niçin hemen ayırmazdı?
Allah Resulünün yüzüne nasıl bakardı?
Allah’ın cezasından nasıl kurtulurdu?
Gelecek bir ilahi uyarı olursa, kime ne diyebilirdi?
Bu sorular beynini kemirip durdu ve adımları onu şehrin dışına götürdü.
…
Tam kırk gün bir haber alınamadı Sa’lebe’den. Nerede olduğu bilinmedi.
Cebrail (as) gelerek haber verdi yerini. Peygamber Efendimiz hemen seslendi:
“Ömer ile Salmanı çağırın bana!”
Geldiler.
“Ey Ömer ve Salman! Falanca dağa gidin ve orada Sa’lebe’yi bulup getirin.”
Hemen yola koyulup aramaya başladılar. Denilen dağda bir çobanla karşılaştılar.
“Burada dolaşan, Sa’lebe adında birini bilir misin?”
Çoban Züfafe cevap verdi:
“Sanırım siz cehennemden kaçan adamı arıyorsunuz!”
“Onun cehennemden kaçtığını nereden biliyorsun?”
“Çünkü her gece o adam, başını ellerinin arasına alır ve şöyle seslenir: ‘Keşke aldığın ruhlar arasına ruhumu, vücutlar arasına vücudumu katsaydın da beni hesap gününe bırakmasaydın!’
“Evet, onu arıyoruz.”
“Tamam, gece olsun, sizi onunla buluştururum.”
…
Güneş çekilip yıldızlar görününce Sa’lebe de göründü uzaklardan. Elleri başında, üstü başı perişan, inlemeli bir şekilde aynı sözleri tekrar ediyordu. Yaklaşınca Züfafe, çağırdı. Sa’lebe gelince Hz. Ömer’le Hz. Salman’ı tanıdı. Sarıldılar birbirlerine.
Korku dolu bakışlarla sordu Sa’lebe:
“Yoksa Resulullah benim günahımı öğrendi mi?”
Hz. Ömer bilmediğini söyledi:
“Neyi kastediyorsan bilmiyorum. Ama Allah Resulü dün bize, seni bulup getirmemizi söyledi.”
Sa’lebe, biraz korku biraz da umutla doğruldu.
“Öyleyse haydi gidelim.”
Birlikte yola koyuldular. Mecsidi Nebevi’ye geldiklerinde Resulüllah namaz kıldırıyordu. Sa’lebe Allah Resulünün sesini duyunca kendinden geçti, düşüp bayıldı. Namazdan sonra Sevgili Peygamberimiz, yeni yeni ayılan Sa’lebenin yanına geldi ve şefkatle sordu:
“Seni benden uzaklaştıran nedir ey Sa’lebe?”
“Günahım, ey Allah’ın Resulü”
“Sana günahları ve hataları silen bir ayet göstereyim mi? diye sordu ve şu ayeti kerimeyi okudu: ‘Ey Rabbim! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.’ (Bakara, 2/201)”
“Ya Resulallah! Benim günahım çok büyük!”
“Allah’ın kelamı daha büyük ve yücedir. Haydi, sen evine git.”
Sa’lebe bir hafta evde hasta yattı. Durumu öğrenen Peygamber Efendimiz onu ziyarete gitti. Yanına oturdu. Ona şefkatle baktı. Ellerini tuttu. Başını okşadı, sonra başını kucağına koydu.
“Şikâyetin nedir ey Sa’lebe?”
“Kemiğim, etim ve derim arasında sanki karıncalar dolaşıyor.”
“Canın ne istiyor?”
“Rabbimin beni affetmesini…” dedi ve bir çığlık atarak vefat etti.
Haramın küçüğü büyüğü diyerek yanlışı küçük görmemeliyiz. Küçük hataların birikerek büyüdüğünü unutmamalıyız. Allah sevgisi, Allah korkusu bizi güzelliklere götürmeli. Hata yaptığımızda da af dilemeye.
Ne mutlu hatalardan kaçınanlara.
Ne mutlu hata ettikten sonra tevbe edenlere.
Ne mutlu tevbe ettikten sonra bağışlanan müminlere… ***









