|
‘Edebiyat doktoru’

Doktor deyince aklımıza ilk önce tıp fakültesini bitiren ve insanın sağlığıyla, hastalığıyla yakından ilgilenen kimse geliyor. Bilindiği üzere doktorlar da -kendi aralarında- kalp doktoru, göz doktoru, kulak burun boğaz doktoru gibi gruplara ayrılıyorlar. Bildiğimiz anlamda bu doktorların içinde çok sayıda musıkişinas ve şair de bulunuyor. Mesela, Dr. Veli Behçet Kurdoğlu “Şair Tabibler” adıyla kaleme alıp 1967’de yayımladığı 606 sayfalık eserinde, asıl mesleği tıp olmakla beraber, şiirin cazibesine kapılan şahsiyetleri de sıralıyor. Adı geçen kitapta Fatih’in hocası Akşemseddin hazretlerinden tutun, günümüzün “şair tabipleri”ne kadar uzayan bir zincir, edebiyat tarihinde ayrı bir bölüm teşkil diyor.

Başta da belirttiğim gibi, “doktor” kelimesi her ne kadar tıp ilmiyle doğrudan alakalı bir söz olarak karşımıza çıkıyorsa da, bu ihtisas alanının dışında da doktorlarımız bulunuyor. Nitekim sözlük bu kelimenin ikinci anlamını belirtirken, “Bir ilim dalında doktora yapan kimseye verilen unvan” cümlesini kullanıyor.

Bizde “edebiyat doktoru” sözünü öne çıkaran yahut böyle bir unvandan hoşlanan ilim adamlarının başında merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan geliyor. Oğlu Adnan Siyadet Tarlan’ın, babasıyla ilgili olarak hazırladığı kitapta, “edebiyat doktoru”yla alakalı ilgi çekici bir anekdotla karşılaşıyoruz. Kısaca nakledeyim.

12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Orgeneral Kenan Evren ile darbeden hemen sonra kurulan “horoz” amblemli “Milliyetçi Demokrasi Partisi”nin başkanı Orgeneral Turgut Sunalp da, Ali Nihat Tarlan Hoca’nın iki talebesidir. Yıl 1932. Okul, Maltepe Askeri Lisesi. Turgut Paşa, onuncu sınıf öğrencisi. Hoca, ilk derse girip “Bendeniz edebiyat doktoru Ali Nihad!” cümlesiyle kendisini tanıtınca, sınıfın en yaşlılarından “Baba Hüsnü” lakabıyla tanınan iri yapılı bir öğrenci, “Hocam, iyi ki geldiniz, aruz vezni hasta olmuştu!” cevabını veriyor. Hocasıyla iftihar ettiğini belirten Turgut Sunalp, hatıralarını, “Ebedi istirahatgâhında nur içinde yat, sevgili ve aziz hocam” diye bitiriyor.

Bu satırları kaleme almama, İbrahim Alaaddin Gövsa’nın bir yazısı vesile oldu. Müellifimizin “Edebiyat Doktoru” başlığıyla ve eski harflerle neşrettiği makaleyi, ilgiyle okuyacağınız düşüncesiyle aşağıya iktibas ediyorum:

“Edebiyat doktoru Selami Bey bir haftadan beri İstanbul’un bir kenar mahallesinde tuttukları eve taşınmıştı. Civar komşular eski âdete uyarak hoş geldine geliyor veya kahvenin önünde tesadüf ederek mahallenin bu yeni simasına safa geldiniz diyordu. O, bütün mahalleliye kendisini ihtimamla Doktor Selami diye yazılı kartını ehemmiyetle bıraktı.

Artık bir haftadan beri Doktor Bey diye mahallede epeyce tanınmıştı.

Bir gece doktorun kapısı şiddetle vuruldu. Bu geç kalmış telâşlı ziyaretçi evde epeyce heyecan uyandırdı. Doktor başını kafesten uzatarak korku ile sordu:

-Kim o?

-Bekçi efendim.

-Hayrola,

ne var?

-Efendim, çeşmenin üst başındaki sarı konaktan sizi istediler.

Doktor Selami Bey bu vakitsiz davetten hiçbir şey anlayamadı. Fakat bekçinin bahsettiği büyük ev, mahallenin ileri gelenlerinden koyun tüccarı Muharrem Efendi’ye aitti. Gitmemek nezaketsizlik olabilirdi. Belki kendisine mühim bir mesele sorulacak, ilminden istifade edilecekti. Cevap verdi: ‘Peki, geliyorum…’

Meraktan sür’atle giyinen Doktor Selami Bey beş dakika sonra sokaktaydı. Yolda bekçiye bu davetin sebebini sormaya lüzum görmedi. Kapıya geldi. Muharrem Efendi, merdivenden indi. Misafiri merakla beklediği karşılamasından belliydi. “Seni gece vakti tedirgin ettik ama bizim arkadaş da hepimizi telaşa saldı. Doğrusu, böyle şeyleri sevmem ya. Lakin İstanbul hali…”

Merdivenden çıkarken Muharrem Efendi’nin avama mahsus tabii bir güleryüzlülükle söyledikleri de doktora, bu vakitsiz davetin sebebini öğretememişti. Fakat tahmin ettiği gibi acil bir müşkilin halli için çağrıldığını Muharrem Efendi’nin bir arkadaşına ait belki meraklı bir ilim meselesi olduğunu garip bir şüphe ile anlar gibi oldu. Yukarı çıktılar. Bir odanın önüne geldiler. Muharrem Efendi, biraz tereddüt ettikten sonra “Buyur, gir!” diye misafirine işaret etti. İyi aydınlatılmamış bir oda. Ayakta, birkaç telâşlı kadın gölgesi. Bir iki adım daha atınca doktor, soğuk bir ter döktü. Köşede bir yatak içinde titreyerek çırpınan yarı çıplak genç bir kadın vardı. Selami Bey, davetin sebebini anlamaktan doğan bir şaşkınlıkla döndü. Muharrem Efendi,

-İşte doktor diyordu, tam 4 saat var ki, hasta gördüğün haldedir.

Özür dilemek istedi:

-Lakin efendim ben tabip değilim ki.

-Ay sen doktor değil misin?

-Evet, doktorum ama tıp doktoru değilim.

-Öyleyse neyin doktorusun?

-Edebiyat doktoruyum.

-Bir yaşıma daha girdim, peki buraya ne diye geldin?

-Beni siz davet ettiniz.

-Ben seni doktor sandım. Böyle kalpazan olduğunu bilir miydim?

Genç zevcesine doktor çağırmaya zorla razı olan Muharrem Efendi, Selami Bey’in tabip olmadığını anlayınca ve yabancı bir delikanlının karşısında karısının durumunu düşününce fena halde öfkelenip dedi ki:

-Âleme doktorum diye kendini satarsın. Seni gidi kalpazan zıpçıktı seni. Doktorum diye âlemin namahremine bakmaya utanmıyor musun?

Selami Bey, evine dönünce tam sekiz yılda hazırladığı ve konusu

Battal Gazi olan dört ciltlik doktora tezini ocaktaki ateşe atıp yaktı.

#Şair
#Edebiyat
#Ali Nihat Tarlan
#Tabip
٪d سنوات قبل
‘Edebiyat doktoru’
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi