İngilizler II. Dünya Savaşı'yla Amerikalılara bıraktıkları küresel iktidarı geri almak istiyor mu? Olabilir. Ama öncelikli meselelerinin Kıta Avrupası'yla, özellikle de Almanya'yla olduğuna şüphe yok. “Allah Allah, bu da nereden çıktı?” diyebilirsiniz. Öyle ya Batı'da topyekûn yükselen İslamofobiyi konuşuyoruz bu ara. Türkiye'deki genel kanı da tüm bunların ardında İngilizlerin aklı olduğu yönünde.
Ama
. İngiltere'yi AB'den çok daha önce ayrılmaktan geri tutan, AB üyesi olmasına rağmen zorunlu olarak Avro'ya geçmeyi kabul etmemiş olmasıydı. Ama bir an geldi ve İngilizler AB'den ayrılma maliyetinin AB'de kalmaya oranla daha az olacağını fark etti. AB güzel bir hayal olsa ve geçici olarak başarıya ulaşsa da sürdürülebilir değildi. Kurtarılabilecekse de bunun mimarı Almanya olacaktı, niye Almanları daha da güçlendirecek bir zahmete gireceklerdi ki? Her iki türlü de bu yükü daha fazla sırtlarında taşımak istemiyorlardı.
Avrupa Parlamentosu ve Kıta Avrupası'nın önemli bir kısmında İslamofobi'nin sosyolojik bir karşılığı olsa da, İngiltere'ninki üretilmiş bir korkuydu. Hatta eğer satranç tahtasında on hamle sonrasını öngörüp eyleme geçen bir İngiliz aklının kabul edeceksek, Avrupa'da yükselen İslamofobi'yi AB'den çıkış yolunu pürüzsüzleştirmek için kamçıladıklarını bile iddia edebiliriz.
Bu satırları Antalya'da düzenlenen İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson dahil olmak üzere pek çok İngiliz üst düzey yetkili ve iş adamının katıldığı Türk-İngiliz Tatlıdil Forumu'nu takip ederken yazıyorum. Ve dinlediklerimin fikrimi değiştirdiğini söyleyemem. Şunu özellikle belirtmek gerek:
İngiltere Başbakanı Theresa May 29 Mart'ta AB'ye resmen ayrılma talebini iletecek ve Lizbon Anlaşması'nın 50. Maddesi işlemeye başlayacak. Boşanma işlemleri başladı. Birliğin yerini ayrılık aldı. Zaman içinde ekonomik ortaklığın yerini de rekabet alacak.
Ekonomik çıkarlarına uygun olarak işbirliği kuracak, iş yapacak, dost ya da düşman olacak, rekabete ya da ittifaka girecekler.
Trump yönetimi için de aynı şeyi söylemek mümkün, ve fakat ABD'nin aksine İngiltere'de yerleşik düzen, mevcut hükümetle güç savaşına girmiş gibi görünmüyor.
Aralarında THY ve İstanbul Atatürk Havalimanı'nın da olduğu bazı havayolları ve havaalanlarına yönelik elektronik yasağı da bu açıdan değerlendirebiliriz. Trump'ın göreve gelmesinin hemen ardından imzaladığı 'Müslüman Yasağı'ndan farklı olarak,
.
Şöyle örnekleyebiliriz: İngilizlerle ortak bir havayolu şirketi kurabiliriz, dünyanın çeşitli yerlerinde havaalanları inşa edebiliriz, bu ve bunun gibi pek çok alanda işbirliği, ticari ve ekonomik işbirliği gerçekleştirebiliriz. Ama rekabet ettiğimiz alanlarda elektronik yasağı gibi korumacılık önlemlerinin, serbest pazarda alınmaması gereken tedbirlerin devamını da aynı anda görebiliriz.
Ekonomik çıkarlar, 'liberalizm, demokrasi, sekülarizm' gibi diğer Avrupalı değerlerin önüne geçtiyse, bu durumun İngiltere'nin Orta Doğu politikasından FETÖ/PKK gibi terör örgütlerine yaklaşımına kadar pek çok konuyu etkileyecektir.
Trump yönetimi kadar Merkel'e de İngiliz zarifliğiyle davranacak; ya da Suriye'de bizi doğrudan karşılarına almamaya ve PKK'yı açıktan desteklememeye, hatta İngiltere'de yürütülecek referandum kampanyalarına kapılarını açarak Avrupalı paydaşlarından farklı yaklaşmaya açık olacak ama koalisyonla hareket ederek Suriye PKK'sına destek vermeye veya uluslararası arenada seyreltilmiş Türkiye uyarılarına devam edecek.
“Çok sayıda FETÖ'cünün darbeye katılmış olduğu yönünde yoğun iddiaların olduğunu ancak buna rağmen bunun bir FETÖ darbesi olduğunu gösterecek yeterli delil olmadığını” iddia eden ve Türkiye'ye eleştiriler de yönelten rapor, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na rağmen yazılmıştı. Oldukça absürttü, Türkiye gerçeklerinden uzaktı ama yine de arkasında FETÖ baskısı olduğuna emin olmamıza rağmen yine de Gülen'i bağrına basmıyordu.
Ve hemen değil ama birkaç yıl içinde çok ilginç şeyler gerçekleşecek.