|

İslam alemi çökmüyor, farkındalık yaşıyor

Suriyeli İslam alimi ve düşünür Cevdet Said, Suriye’deki savaştan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi ve burada yaşıyor. Suriyeli alim, hayatı boyunca Kuran-ı Kerim ve hadisler ışığında savaş söylemlerini çürüten kitaplar kaleme aldı. Biz de onunla İslam dünyasının sorunlarını ve çözüm önerilerini, Türkiye’nin bu konudaki rolünü, Suriye’nin geleceğini ve günümüz Müslümanlarının halini konuştuk.

Yeni Şafak ve
04:00 - 29/07/2018 Pazar
Güncelleme: 18:29 - 1/08/2018 Çarşamba
Yeni Şafak
Cevdet Said
Cevdet Said

Suriyeli İslam âlimi ve düşünür Cevdet Said, Suriye’deki savaştan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi ve burada yaşıyor. İlmî çalışmalarına İstanbul’daki evinde devam eden Said, savaş karşıtı söylemleriyle tanınıyor. Bu konudaki ilk kitabı “Âdem’in Oğlu Habil Gibi Ol”u da 1966 yılında siyasi sebeplerle hapis yattıktan sonra kaleme almış. Said, savaşın kasıp kavurduğu İslam ülkelerinde yaşanan acıların son bulması için çözüm önerileri sunan ve bu konuda kafa yoran sayılı isimlerden. Suriyeli âlim, hayatı boyunca Kur’an-ı Kerim ve hadisler ışığında savaş söylemlerini çürüten kitaplar kaleme aldı. Biz de onunla İslam dünyasının sorunlarını ve çözüm önerilerini, Türkiye’nin bu ko-nudaki rolünü, Suriye’nin geleceğini ve günümüz Müslümanlarının halini konuştuk. Onun sözleri Kur’an-ı Kerim’e daha çok kulak vermemiz gerektiğini bir kez de hatırlattı. Fatiha suresinden yola çıkarak Müslümanlara bir yol haritası çıkaran Said, insanların yaratılışları gereği doğru yola girme eğiliminde olduğunu söyledi ve ekledi: “Günümüzde dosdoğru yolda olan müminler ile gazaba uğrayanların, dalalet içinde olanlar konusunda çatışmaya girdiğine şahit oluyoruz. Oysaki doğru yolda gidenlerin görevi onları ilim ve anlayış yoluyla sapkınlıktan kurtarmaktır. Yolunu kaybedenleri suçlamaya hakkımız yok. Gerçeği açığa kavuşturamadığımız için asıl kendimizi suçlamalıyız! Gelecekten ümitli olan büyük âlim, İslam dünyasının çöküş değil, farkındalık yaşadığının altını özel-likle çizdi.

Dünyadaki Müslümanların büyük çoğunluğu Türkiye’nin İslam ülkelerine liderlik edeceğini düşünüyor. Sizce Türkiye’ye böyle bir misyon yüklenmesinin sebebi ne?

İslam tarihinde Rasulullah’tan (s) sonra dört râşid halife geldi. Bunlardan hiçbiri iktidara kaba güç kullanarak gelmedi ve hiçbiri yönetimi oğluna miras bırakmadı. Bütün bunlara rağmen halifelerin üçü katledildi. Son iki halifeyi katleden ise sahabi çocukları! Dördüncü halifeden sonra, iktidar yeniden kılıçla el değiştirmeye ve babadan oğula geçmeye başladı. Ne yazık ki o günden bu yana İslam dü-nyası kılıç problemi yaşamakta, iktidarın darbeler veya verasetle el değiştirmesine şahit olmaktadır. Ancak Türkiye’de demokrasi kök saldı. Bir başkanın “halka danışacağız” dediğini ilk kez Türkiye’de duyduk. O halde önümüzde demokratik mücadeleye devam etmekten başka seçenek yok.

Size göre Türkiye Ortadoğu’da nasıl bir rol oynadı? Başkan Erdoğan’ın Ortadoğu siyasetini nasıl buluyorsunuz?

Türkiye’nin dış politikası konusunda detaylı bir görüş sunamam. Bu konuyu yakından izleyenlerin açıklaması daha doğru olur. Ancak şimdiye kadar Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında doğru adımlar attığını ve bizlerin Türkiye’nin, Türkiye’nin de Ortadoğu’nun bir parçası olduğunu düşünüyoruz.

ONLAR İÇİN KORKU VE HÜZÜN YOK
Dünyada âdil bir sisteme hayati derecede ihtiyaç var. Bunu Erdoğan’ın önderliğinde Müslümanlar gerçekleştirebilir mi?

Bütün Müslümanların bu konuda yardımlaşması gerekir. Tüm Müslümanların, geniş bir coğrafyada İslam’ı temsil sorumluluğunu üstlenen Türkiye ile dayanışması gerekir. Adaletsizlik büyük tehlikelere ve kaosa neden oluyor. Tüm insanlık âdil bir sistemin gelmesini bekliyor. Adaletli davranan korkmaz ve rahat uyur. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın dediği gibi, “Onlar için ne korku ne de hüzün vardır.” sözü gerçekleşir. Dünyadan kodamanların sömürmesine ve ezilmişlerin sömürülmesine son vermemiz ve belli bir tabakaya mensup olanların imtiyazlarını elbirliğiyle kaldırmamız gerekmektedir. Tüm in-sanlığı ortak bir söyleme, eşitlik ilkesine davet etmek için işbirliği yapmalıyız.

İslam’ın cihat anlayışı konusundaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

Yüce Allah buyuruyor ki: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz.” İslam’da ötekilerle ilişki ‘iyilik’ ve ‘adalet’ üzerinde kurulur. Enbiyanın mesajlarından ve Kur’an-ı Kerim ayetlerinden anladığım kadarıyla caiz olan savaşın iki şartı vardır: Birincisi, savaşa ancak meşru bir otorite (yönetim) girebilir. Yani zor kullanarak veya darbe sonucunda değil, insanların rızasıyla iktidara gelen bir iktidar savaşa girebilir. İkincisi ise, kime karşı savaşa girilebileceğiyle ilgilidir. İnsanları belli bir dine veya mezhebe zorlayanlara, düşünceleri yüzünden ya da dünyevi çıkarları sebebiyle insanlar üzerinde baskı kurup onları başka yerlere göç etmek zorunda bırakanlara karşı -daha iyi bir çözüm yöntemi bulunmadığı takdirde- savaşa girilebilir. Tabii ki bu ikinci şart, öncelikle birinci şartın gerçekleşmesine bağlıdır. Allah Rasulü (s) bu iki şart dışında yaşanan fitne veya savaşlara asla katılmamamızı emretmiştir.

Yani günümüzde savaşlara Kur’an-ı Kerim ve hadisler ışığında girilmiyor, değil mi?

Prensip olarak savaş konusunda anlattığım şekilde davranmak gerekiyor. Fakat bence şiddet çıkmaza girmiştir. Şöyle ki; savaş, ilk atom bombasının atılmasıyla ölmüştür. Bu olaydan sonra büyük devletler artık savaşmaz oldu. Küçük devletler ise savaşa girdiği takdirde büyük devletler çıkarlarına uygun geleni galip gelmesi için destekler hale geldi. Yahut tıpkı sekiz yıl süren İran-Irak savaşında olduğu gibi her iki tarafa da silah satıyorlar. Humeyni “zehir içer gibi ateşkes anlaşmasını im-zalıyorum” deyip durdurana kadar bu savaş sürüp gitti. Nihayetinde Kissinger’in “keşke her iki tarafı da yenebilsem” temennisi gerçek oldu!

Bu sebepten dolayı ben savaşın ölümünü ilan ettim. Aynen (tarih boyunca ulaşım ve nakliye aracı olarak kullanılan) at, deve ve merkeplerin artık önemsiz kalması gibi savaşın da bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Amaçlarını gerçekleştirmek için silaha sarılanlar, kendilerini ve kaderlerini silahları üreten ve satan çirkeflerin ellerine bırakmaktadırlar. Silah tüccarları, hâlâ hükmü geçmiş eski dönemlerdeymiş gibi yaşıyor olmamızdan ve onların sattığı ölü malların iyi ve faydalı olduğuna inanmamızdan dolayı büyük sevinç içindedir.

O zaman cihat yanlış tanımlanıyor, değil mi?

Cihat nedir diye soranlara şu cevabı veriyorum: Cihat kıyamet gününe kadar devam edecektir. Çünkü cihat ancak Kur’an ile yapılır. Zira Kur’an’da; “Onlara karşı olanca gücünle onunla (yani Kur’an’la) büyük bir mücadele ver.” buyurulmaktadır. Bunun da anlamı şudur: “Cihat; insanları düşünce, bilgi ve ilimle ikna etmekle yapılmış olur.”

Suriye’de yıllardır süren bir savaş var. Siz şiddete karşınız. Bu şiddet nasıl son bulabilir?

Suriye sorunu çok büyük bir sorun. Suriye’de tüm tarafların daha bilinçli hareket etmesini beklerdik. Ben ümit ediyorum ki Müslümanlar arasında yaşanan bu şiddet, iletişim yoluyla sona erecektir. Müslümanlar arasında asla savaş olmamalıdır. Aksine Müslümanlar hem bölgemizde hem de tüm dünyada barışı tesis etmelidirler.

SURİYE’NİN GELECEĞİNDEN ÜMİTLİYİM
Peki Suriye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Tüm olumsuzluklara rağmen kalbimde Suriye’yi güzel bir geleceğin beklediğini hissediyorum. Çünkü Suriye halkı İslami değerlere bağlıdır. Bu ise hafife alınacak bir husus değildir. Bu sebeple Suriye’yi güzel günlerin beklediğine inanıyorum. Suriye ve çevresi Kur’an’da “mübarek topraklar” olarak isim-lendirilir. Bu yöre Akdeniz’in doğusunda yer alan, kıtaların kavuştuğu bereketli bir yerdir. Yine Suriye kadim medeniyetlerin ve farklı fikirlerin buluşma yeridir.

Müslümanların ihtiyacı olan ne tür bir değişimdir? Bu değişim nasıl gerçekleştirilecek?

İslam âlemi hasta. Yeni dünyayı anlayıp ona dâhil olmamız gerekiyor. Batı’dan nükleer bomba da dâhil olmak üzere dönemi geçmiş silahları alıp duruyoruz. Batılı ülkeler bize, boyunlarına takınca büyüden kurtaracağını söyleyerek mavi boncuk satanlar gibi muamele ediyor.Kaba güce olan inancımız önümüzdeki tüm yolları kapatıyor. Böylece sorunumuzu çözmek için kaba güçten başka bir alternatif göremiyoruz. İşte bu yüzden, İslam âlemindeki bu kültür yüzünden birbirimizi öldürmek için çeşitli silahlar satın almayı tek seçenek olarak görüyoruz.Çağdaş problemlerimizin kültürümüzde çok derin kökleri bulunmaktadır. İlim ve bilgi dışında bir çözüm yolu kesinlikle yoktur. Bizim en büyük harcamayı ilim ve bilgiye yapmamız gerekiyor. Fakat bunun yerine biz, ilmi ve düşünceyi yaymak yerine silah satın almak ve fesat çıkarmak için harcama yapmaya devam ediyoruz. Müslümanların hastalığını tam olarak teşhis edecek olan kimdir? Bu hastalığın tedavisi asla savaşmak değildir. Bunun tek tedavisi ilim iledir. Hasta öldürülerek tedavi edilmez!

Ortadoğu’da yakın zamanda bilimle savaşlar son bulacak gibi görünmüyor. Peki nasıl bir çıkış yolu önerirsiniz?

Sorunlar, meydan okuma oldukları kadar fırsattır da. Sorunların, yapıya zarar vermeden ya da yapıyı bütünüyle tasfiye etmeden çözüme kavuşturulması mümkündür. Hastayı öldürmek dışındaki çözüm yollarını keşfedebiliriz. Mesela fikrî mikropları ve bunların ilim yoluyla nasıl tedavi edilebileceğini ortaya çıkarabiliriz. Bugün İslam âlemi çöküşte değildir. Aksine bir farkındalık yaşıyoruz. Her ne kadar vaziyetimiz son derece kötü olsa da bize düşen görev; insanların önüne -başkalarını öldürmeye ya da intihar etmeye ihtiyaç bırakmayan- kolay bir çözüm koymaktır. Çözüm hakikate tanıklık etmek, adaletsiz emirlere itaat etmemek, ceset savaşlarına katılmayı reddetmek ve dünyadaki ayrıcalıklı muhafızların elinde cansız tüfekler olmayı kabul etmemektir. Bize düşen görev; nebilerin “insanın ödevleri” ilkesiyle gönderildiklerini unutmamak ve insanlara bunu hatırlatmaktır, haklarını talep etme ilkesiyle değil. Zira Cezayirli düşünür Malik Bin Nebi’nin dediği gibi bizler ödevlerimizi yerine getirirsek haklarımız yeryüzünde yoksa bile gökten indirilecektir. Bugün İslam âleminin yaşadığı şey bir çöküş değildir… Bu yaşanan bir çöküş değil bilakis uyanıştır.

SORUNUN KAYNAĞI DÜŞÜNÜRLER
Hakk’a çağıranı duymayan bir ümmet miyiz?

Her zaman söylediğim gibi krizlerin kaynağı fikirler ve düşünürlerdir. Halbuki onların görevi gerçeği göstermektir. Allah bize Fatiha sûresinde “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” dememizi öğütler. Burada üç insan tipine işaret edilir: Birincisi gazaba uğrayanlar; hakkı bilen ama tâbi olmayanlar. İkincisi dalelatte olanlar, yani hakkı bilmeyenlerdir. Üçüncüsü ise “sırat-ı mus-takim”de olanlar yani hakkı bilen ve ona tâbi olarak dosdoğru yolda yürüyenler. Günümüzde savaş dosdoğru yolda olanlar ile gazaba uğrayanlar arasında cereyan etmektedir. Yoldan çıkmış, dalalet içinde olanlar ise çatışmanın konusunu oluşturmaktadır. Oysaki dosdoğru yolda olanların görevi; onları ilim ve anlayış yoluyla dalaletten/sapkınlıktan çıkarmaktır. İşte bu nedenle, hakikati açığa çıkarmak ve onu anlaşılabilir kılmak, değişim araçlarından en önemlisidir. İnsanları suçlamaya hakkımız yok. Aksine gerçeği açıklığa kavuşturmadığımız için asıl kendimizi suçlamalıyız!

Ama dalalette olanlar dosdoğru olanları dinlemiyorsa ne olacak?

İnsanlar fıtratları gereği hak/doğru yola eğilimlidir. Dalalete/sapıklığa düşenlerin çokluğu ise dosdoğru yolda gidenlerin sorumluluğundadır. Nitekim Allah Enbiya sûresinde bize diyor ki: “Onların çoğu hakkı/gerçeği bilmiyorlar, bu sebeple yüz çeviriyorlar.” Demek ki doğru bilgi daha çok yayılırsa insanlar hak yolundan yüz çevirmeyecekler.

Kudüs meselesi bir türlü çözülmüyor. Mescid-i Aksâ ağır bir kuşatma altında. Filistinliler’in türlü girişimleri sonuç vermiyor. Bir İslam âlimi olarak Kudüs meselesi konusunda söyleyecekleriniz önemli?

Filistin meselesine bigâne kalamayız… İslam âlemine de, tüm dünyaya da. Çok uzun zaman önce, geçen yüzyılın ortalarında Cezayirli büyük düşünür Malik Bin Nebi’nin “Şurûtu’n-Nahda (Ye-nidendoğuşun Şartları)” isimli kitabını okumuştum. Müfekkirin o dönemde yaptığı tespitler beni çarpmıştı: “Arap devletleri, İslam ülkeleri her ne zaman bir araya gelseler şunu tekrar ediyorlar: “Fil-istin sorunu İslam âleminin en büyük ve önemli sorunudur.” Ancak ona göre en büyük problem Müslümanların geri kalmışlığı ile ilim ve bilgi dünyasında bulunmayışlarıdır. Malik Bin Nebi diyor ki: “Filistin sorunu bir hastalık değildir. Aksine hastalığın birçok belirtisinden sadece bir tanesidir.” Bu hastalık için Bin Nebi, “Müslümanlar kullanılabilir, yönlendirilebilir ve yönetilebilir oldular. Bunun belirtisi de Filistin’in tek gündem olmasıdır” diyor. Daha sonra Şam’daki evimde beni ziyarete geldiğinde Filistin sorununu kırmızı beze benzetmişti. Bu bezi tutan kişi boğayı kızdırıyor ve kendine çekiyor. Daha sonra onu bıçaklıyor! Bu gerçekten çarpıcı bir düşünce. Duyanların birçoğu çarpılmak-tadır. Filistin sorunu, İslam ve Arap âlemini -daha İsrail kurulmadan önce başlayan ve halen devam eden- gerçek dâhilî sorunlarına yoğunlaşmaktan engellemiştir. Filistin sorunu başta olmak üzere diğer birçok sorunu da doğuran asıl sorun “geri kalmışlık” dediğimiz sorundur. Bu soruna çok daha erken dönemde yakalandık. Bu hastalık sürdüğü müddetçe birçok belirtisi de ortaya çıkmaya devam edecektir…

#Cevdet Said
6 yıl önce