Tarık Tufan: Bildiğimiz dünyanın sonuna geldik

Ersin Çelik
04:0016/02/2025, Pazar
G: 16/02/2025, Pazar
Yeni Şafak
Ersin Çelik - Tarık Tufan
Ersin Çelik - Tarık Tufan

Bir Başka Mesele’nin konuğu yeni romanı Gece Açan Çiçekler ile okuyucunun karşısına çıkan Tarık Tufan. Her kitabını okuyan ve kendisini uzun zamandır tanıyan biri olarak Tarık Tufan’ın romancılığının ötesine geçen düşüncelerini biliyordum. Tufan, “Bu çağ, insanın kendisini en çok aradığı çağlardan bir tanesi, çünkü bu çağ insan anlamının kaybolduğu bir çağ. Arayış, özümüzün ihtiyacından kaynaklanıyor. İnsan artık bildiğimiz insan değil, yeni bir insan” dedi.

Türk edebiyatının son dönemdeki en üretken ve en çok okunan yazarlarından Tarık Tufan, yeni romanı Gece Açan Çiçekler ile karşımıza çıktı. Her kitabını okuyan ve kendisini uzun zamandır tanıyan biri olarak Tarık Tufan’ın romancılığın ötesine geçen düşüncelerini biliyordum. Bir Başka Mesele’de Tarık Tufan edebiyatçılığın ötesine geçerek kimi zaman bir psikolog kimi zaman toplum bilimci seviyelerinde analizler yaptı. İnsanı, dünyayı, çağımızı analiz ederken, teslimiyetlerimizi ve dönülmez yollarımızı gösterdi.

Tek solukta okuduğum Gece Açan Çiçekleri ise neredeyse konuşamadık. Burada biraz bahsetmem gerekiyor. Tarık Tufan romanda da sınırlarını aşarak kurmacasını yeni bir seviyeye çıkarmış. Sıradan karakterlerin hayatlarından aktardıklarına bu kez tarihi de eklemiş. İlişkileri zorlaştırmış, hayatların sarsıcı yönlerini ustalıkla aktarmış ve en önemlisi de geçmişin ağır izlerinin aslında silinmediğini 100 yıllık hikayelerin çakışmasıyla sunmuş. Roman bitince editörümüz Esmanur Hangül’e “Terapi gibi geldi. Romandaki karakterler anlattıkça kendimle yüzleştim. Psikolog etkisi yaptı” dedim. Okuru, bol ve bereketli olsun.
Bu keyifli söyleşinin gazetemizde kısaltılmış halini, sitede tam metnini okuyacaksınız ve söyleşimizi saat 10'da ise Yeni Şafak’ın Youtube kanalında izleyebilirsiniz. Haftaya konuğum, Stratejist Üner Karabıyık. Tarık Tufan’ın bıraktığı yerden devam ederek, bildiğimiz dünyanın sonunun nasıl getirildiğini anlattı. Şimdi sözü çok uzatmadan Tarık Tufan’a bırakıyorum.
Yeni bir romanla karşımızdasın. Hemen romanı da şöyle bir göstermek istiyorum: Gece Açan Çiçekler. Hayırlı olsun, duyguları alalım, sonra sohbeti derinleştireceğiz.

— Gece Açan Çiçekler çok yeni. Yani işte birkaç haftadır okurun eline ulaşmaya başladı. Benim için ilgi çekici tarafı, bu kadar çabuk geri dönüş beklemiyordum açıkçası. Çünkü, 2,5 yıl oturup çalıştığın bir romanı bu kadar hızlıca okunması, insan için hem şaşırtıcı hem de çok güzel bir şey. Oradan gelen geri dönüşler de beni mutlu ediyor. Bir de tabii insanların, hani böyle bir romana bu kadar hayatlarında yer vermesi, zaman ayırması da benim için geleceğe dair umutlu olmama sebep olan bir şey. O da beni çok mutlu ediyor açıkçası.

İNSANIN KENDİSİNİ EN ÇOK ARADIĞI DÖNEMDEYİZ

Şimdi tabii bir romancı, bir edebiyatçı... Ama biz biraz bu sınırların dışına çıkarak bu sohbeti derinleştireceğiz. Tabii ki romanı, edebiyatı da konuşacağız ama bir başka meselenin formatına uygun olarak meselelerimizi konuşmak istiyorum. Şimdi bu son romana baktığımızda sarsıcı hikâyeler, ilişkiler, geçmişler, sırlar, gizemler... Sonra çakışan hikâyeler, yüzyıl öncesi, 100 yıl sonrası... Bir hareketlilik var ve bu hareketlilik okuyucuya bir şey veriyor. Bu çağda, hani yapay zekâyı çok fazla konuşuyoruz ya, dijitalleşmeyi çok fazla konuşuyoruz ya... İnsanın kendini bulduğu karakterler ortaya çıkıyor. Ben romanda biraz bunu hissettim. Bu çağda bu biraz daha zorlaşmadı mı?

— Bence bu önemli bir mesele Ersin. Şöyle birkaç açıdan düşünüyorum: Bir, bana kalırsa insanın en önemli meselesi, kendi hakikatinin farkına varması, anlaması; insanın bu dünyadaki kendi varoluşuna anlam yüklemesi. Çünkü insan, anlam bilincine sahip tek varlık olduğu için kendi anlamı üzerine de derinlemesine düşünmeyi neredeyse kaçınılmaz olarak sürdürüyor. Kimi insanlar bununla ilgili sıradan düşüncelere, klişelere, alışıla gelmiş ifadelere razı geliyorlar; bunun üzerine düşünmeyi reddediyorlar. Bir tür kabullenmeyle kendi varlığının anlamı üzerine düşünmeyi reddediyorlar. Tabii ki bunu destekleyen bir dış dünya da var. İnsana; “Sakın kendi varlığın üzerine derinlemesine düşünceler üretmeye kalkışma, kendini anlamaya, kendi hakikatini anlamaya çalışma. Çünkü bunu yaparsan etrafındaki pek çok şey anlam ve değerini yitirir. O zaman sen kendi hakikatinle baş başa kalırsın.” Bu çaba önemli, insani ve hiç kuşkusuz değerli bir şey.

HER HİKAYE İNSANIN KENDİNİ ARAMA ÇALIŞMASININ BİR SONUCUDUR

Şimdi insanın bence kendisini anlayabilmesinin en önemli imkânlarından bir tanesi, kendi hikâyesinin farkına varması, kendisini bir hikâyenin içerisinde dışarıdan bir gözle görebilmesi. Bizim romanlar, meseller, masallar, kıssalar, sinema filmleri aslında bir anlamda insanın izlediği hikâyelerde, kulak verdiği hikâyelerde, okuduğu hikâyelerde kendini aramasıdır. Doğal olarak orada kendi varlığının bilincine varması, “Bu hikâyenin içinde ben neredeyim?” diye sormasıdır. Biz bütün hikâyelere aslında kendi varlığımıza anlam yükleyecek şekilde yaklaşıyoruz ve kendimizi orada ararız. Dolayısıyla her hikâye, insanın kendini anlama çabasının bir sonucudur diyebiliriz.

Bu çağda insanın kendisini en çok aradığı dönemlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda şunun da göstergesi Ersin: Bu çağ, insan dediğimiz varoluşun bir kayboluş çağı. İnsanın kendisine dair bu kadar soru sorması, psikolojinin, psikiyatrinin, kişisel gelişimin, yaşam koçunun bu kadar popüler hâle dönüşmesi, insanın bu ihtiyaçlarının bu kadar derinleşmesi, aslında insanın kendi ruhunu, kalbini, kendisini var eden şeyleri kaybettiğinin de bir göstergesi. Dolayısıyla bence bu çağ, evet, insanın kendisini en çok aradığı çağlardan bir tanesi, çünkü bu çağ insan anlamının kaybolduğu bir çağ. Bu arayış, bir hayati ihtiyaçtan kaynaklanıyor, özümüzün ihtiyacından kaynaklanıyor.

BÜTÜN SORULARIN HAKİKATİN ÜSTÜNÜ ÖRTTÜĞÜ BİR ÇAĞDAYIZ

İnsan artık bildiğimiz insan değil, yeni bir insan. Bu arada tuhaf bir çelişkiden de bahsetmek istiyorum, bir trajediden de bahsetmek istiyorum. O da şu: İnsanın kendisini bu kadar aradığı bir çağda, insanın kendisiyle arasının mesafesinin ve perdelerinin de çok güçlendiği bir çağdan bahsediyoruz. Bu kadar çok soru soruyoruz. Tuhaf bir şekilde bu sorular, arayışın önünü kapatan şeyin kendisi aynı zamanda. Çünkü aradığımız yer, sorduğumuz sorular çoğu zaman bizi hakikate yaklaştıran vesileler değil; bizi hakikatten uzaklaştıran perdelere dönüşüyor. Çünkü bunun ürettiği bir ekonomi var, yanlış yerlerde arıyoruz. İnsanın kendisini bulması için de atölyeler satıyorlar. Bize, bir takım standart paketler satıyorlar. Kendini arayış çabası da bir ekonominin parçası hâline dönüştüğü için, orada ne yaparsak yapalım kendi hakikatimize erişmemizin imkânı yok. Bize bunun yolunu açabilecek olan şeyler, maalesef mesafeyle durduğumuz şeyler. O yüzden evet, insanın kendisini aradığı bir çağdayız; evet, insanın ruhunun o kaybolmayı hissettiği bir çağdayız; evet, çok soru sorulduğu bir çağdayız ve evet, bütün soruların hakikatin üstünü örttüğü bir çağdayız. Yeni bir bilinç, yeni bir düşünme biçimi, yeni bir duygu biçimi... Bütün her şeyden kuşku duyarak, gerekirse kendi içimizdeki çatışmayı, kaosu göze alarak yeniden ve gerçek soruları sormanın vaktidir bu çağ.

BİZ NEYE RAZI GELİYORUZ?

Yani aslında kendine bile teslim olmamış bir insandan bahsediyoruz. Kendine teslim olsa en azından düşünecek, sorgulayacak, arayışa girecek ve o senin dediğin hakikatin üstünü açacak, bir bakacak ne olup bittiğine.

— Şöyle bir parça daha belki söylemek istediklerimi somutlaştırabilirim. Bir zaman dilimini, bir zamanı anlayabilmek için o zamanın ruhunun ürettiği kelimelere bakmak lazım. Bir edebiyatçı, bütün dünyasını —anlatıcı— kelimeler üzerinden kurar. Kelimeler, insanın ruhunda, ya o “keleme” kökündeki gibi insanı yaralayan bir şeye dönüşür ve bir gerçeklik, bir hakikat üretir; yahut sıradan tekrarlar olarak hayatımızın içinde akıp giderler. Senin “teslim olmak” dediğin şey belki bir adım daha ileriye götürerek şuna taşımak lazım: Biz neye razı geliyoruz hayatımız, kaderimiz, ruhumuz açısından? Neye itiraz ediyoruz? Bizim bütün hareket biçimimizi, duygu ve düşünce biçimimizi, hayatımızda etrafımızda yaygın olan kelimeler belirlemeye başlıyor. O bir çağın ruhunu bize anlatıyor. Bu dönemde en çok kullandığımız kelimelerden bir tanesi “travma” mesela. Birisi desin bana, bu çağı kelimelerle özetle, “travma” deriz. “Narsist” deriz mesela, “manipülasyon” diyebiliriz, ilişkilerin doğurduğu kavramlardan bahsedebiliriz, “gaslighting” (gaz lambası) diyebiliriz, “ghosting” (gölgelenme) diyebiliriz...

YÜZLEŞMENİN CESARETİNE SAHİP OLMALIYIZ

Hızlı tüketici diyebiliriz...

— Evet, çünkü insan doğal olarak bu çağın içerisinde, tıpkı her zaman olduğu gibi, bu çağın yaralarıyla kendi kimliğini ifade ediyor. Demek ki biz ilişiklilerden yaralanıyoruz. Kendimizle ilişkimizden başlayıp etrafımızdaki insanlarla, eşyayla, dışımızdaki dünyayla ilişkilerimizde, yaralardan bahsediyoruz. Ve bütün kavramlar, dikkat ederseniz, psikolojinin ve psikiyatrinin ürettiği kavramlar. Şimdi ben bir romancı olarak, bir dünyaya kulak kesildiğimde bu kelimeler daha çok kulağıma doluyor. Oralarda ruhumuzu yaralayan şeyler olduğunu fark ediyorum. Dolayısıyla biz kendimizle kurduğumuz ilişkide, önce evet, yola çıkarken bu yüzleşmenin cesaretine sahip olmalıyız. “Ya ben gerçekten yaşadığım hayatın öznesi miyim? Kararlarımı irademle mi veriyorum? Kararlarımı üzerine düşünerek, hissederek, inanarak, beni ben yapan değerler sistemiyle mi veriyorum? Yoksa benim ‘karar’ dediğim şeyler, bir algoritmanın beni ittiği, bir algoritmanın beni şaşkınlık içinde özne olmaktan çıkardığı, o hızın içerisinde düşünmeye fırsat bulamadan sıradan bir tüketiciye dönüştürdüğü bir hayatı mı yaşıyorum?” Yani ben sosyal medyada karşıma çıkan bu videoyu neden beğendim? Bu influencer’ların bana önerdiği fikri, kelimeyi, kitabı, kahveyi, kozmetiği, eşyayı neden aldım?

DİJİTAL DÜNYA ROMANCILAR KADAR MERHAMETLİ OLMAZ

Üstelik hemen aldım…

Bu bir ihtiyaç ve inanmak, bir beğeniyle mi? Yoksa benim ihtiyaçlarım, beğenilerim inşa mı ediliyor bu çağda? Bir romancının kuşkuculuğuyla soruyorum. Bu kuşkuculuk bizde, tuhaf bir şekilde, hayatın temel değerleriyle ilgili inandığımız her şeyle ilgili bir kuşkuculuk gelişirken; tavır ve tutumlarımızda, bir tüketici gibi oradan oraya koştururken, işlevsiz hâle dönüşüyor. Bu kuşkuculuğu hayatın her alanına yayıp yüzleşme cesaretini gösterip; kendimize gerektiğinde merhametli, gerektiğinde acımasız olmayı seçip o aynada kendimize bakmak zorundayız. “Kimim, ne yapıyorum?” Romancılar, güçlü büyük romancılar... Büyük sinemacılar, büyük anlatıcılar... Biz de aslında bu kuşkuyu ve soruları hatırlatırlar. Dostoyevski ile tanışmak, bize insan dediğimiz var oluşun her an sorgulanması gereken bir karanlığın içinde olduğunu hatırlatır. Tanpınar bize, yaşadığımız çağın ruhunun hiç de zannettiğimiz kadar sıradan tesadüflerle gelişmediğini, aslında o çağın ruhunu inşa eden kırılmaların, tuhaflıkların, neredeyse kara komediye dönüşecek kadar, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlayın, bir silsile olduğunu söyler. Büyük romancılar, büyük sinemacılar, tıpkı büyük filozoflar gibi, bizi bir kuşku, sorgulama, inanma yahut reddetme eşiğine götürürler. Ama bize hakikatin ne olduğunu hazır bir kalıp olarak vermezler. Bu, insanın kendi iradesiyle erişmesi gereken bir değer olmalı ki insan için de içinde bir anlamı olsun. Ama dijital dünya, yeni dünya, asla bize böyle merhametli romancılar ve sinemacılar, yönetmenler kadar merhametli olmaz. Bize, kullandığımız kelimeleri, atacağımız sloganları, sahte duyarlılıkları, suni ahlâkı bir tüketici gibi sunar. Her şeyi üzerimize yakışacağını söylercesine... Ahlâk da bir modadır artık, bir tüketim biçimidir. Çünkü bu çağ, mesela bize şunu fısıldar: “İyi olmaktansa, iyi görünmek daha değerlidir.”

İNANDIRICILIK PERFORMANSIN GÜCÜNE BAĞLI

Bir performans insanı…

— Performans... Bu kelimenin altını çizelim Ersin, harika: “Performans.” Bu, performans çağı. Bu performans kavramını doğuran da doğal olarak, herkesin artık bir medyasının olmasıdır. Ve o cebinde taşıdığı medya, doğal olarak güçlü performanslarla fark edilir olmalı. Bir kavram daha sorayım: “Nasıl viral olacaksın sen?”

Doğal görüneceksin…

— Evet, o performansının gücüne bağlı. Güçlü performanslar, inandırıcılık gücü... Doğal olarak fark edilir ve viral hâle dönüşebilir.

Şimdi o “miş gibi yapma” var ya, sosyal medyanın da ortaya çıkardığı tipoloji... Mesela anneymiş gibi davranmak...

— Anneyi de bir performansa dönüştürmek…

HER ÖZET BİR FAŞİZMDİR

İçerik üretiyor ve içerikte annelik vasıfları var ama çok acı örnekler de var. Hatta uluslararası gündem olan örnekler var. Sadece içerik için “annelik” yapmış, arka planda yapmamış. Şimdi konuyu romancılığa getireceğim ya... Bu hız toplumunun içerisinde böyle sindire sindire ortaya çıkan bir eser var. İki buçuk yıl dedin ya, bu çağda muazzam bir yavaşlık. Bir taraftan kültür de hızla tüketilen bir şeye dönüştü. Sen, işte “Benim hemen bir roman çıkarmam gerekiyor…” Böyle bir duyguya kapılıyor musun? “Hemen üretmem lazım” gibi…

— Şimdi bu “hemen üretmem lazım” duygusuna kendimi çok kaptırmamaya çalışıyorum. Fakat burada bir şey daha var Ersin. Mesela, burada da senin de bizi okuyan arkadaşlarımızın da dikkat ettiği gibi, aslında ben bir meseleyi uzun uzun anlatmaktan yanayım. Üzerine konuşmak, dönüp dolaşıp tekrar etmek, yeniden onun üzerine derinleşmek... Tıpkı böyle bir arkeoloğun yerin altında, toprağın yedi kat altında saklı duran ve bir gün keşfedilmeyi bekleyen o hakikate erişmesi gibi. Bir dil bilimcinin, bir filozofun, bir romancının, bir sanatçının da bir arkeolog sabrı ve titizliğiyle toprağın üzerinde görünen şeyleri eşeleyip o aşağı kadar inme çabasına benzer bir şeyle görüyorum. Bu da doğal olarak üzerinde durmayı, sabrı, titizliği gerektirir. Fakat hayat bize artık bu tahammül zamanını vermiyor. Bize diyor ki, tabiri caizse, “özet geç.” Evet, her özet bir faşizmdir; hakikati zedeleyebilir. Yani “özet geç” diyor bize. Çünkü bunun üzerinde durursak, bunun çağrıştırdığı duygu ve düşünce biçimleriyle yüzleşmeyebiliriz. “Özet geç, hemen.” Dolayısıyla hayatı, insanın bu dünyadaki temel meselesi; bir acelecilik, üstünkörü, sığ bir düşünce biçiminden nasıl razı gelebilir, nasıl tatmin olabilir? Bizim geleneğimiz, inandığımız değerler biçimi, aceleciliğin menfi bir duygu olduğunu bize sürekli anlatır.

ANCAK AĞIR AĞIR OKUMAK İNSANIN DUYGUSUNU DERİNLEŞTİRİR

Zarar vereceğini söyler…

— Bizim bir metinle ilişkimizi şöyle tarif edilir: “Ağır ağır okumak. Ağır ağır okumak...” Çünkü ancak ağır ağır okumak, insanın bir şeyle gerçekten duygusunu derinleştirir. Yani biz şimdi dost sohbetlerinde, bizim oturup uzun uzun, ağır ağır konuşmamız... Orada biz içerik üretmiyoruz ki, biz dost sohbeti yapıyoruz. Ama “içerik üretmek” denen şey hayatın bütününü barbarca istila ettiğinde, roman yazmak da bir içerik üretmek, sinema filmi yapmak da bir içerik üretmek, felsefi metinler de bir içerik üretmeye dönüşüyor. Bu çağın önemli kafalarından bir tanesi, bu durumu tarif ederken “yorgunluk toplumu” diyor.

ÇÜRÜME İNSANIN KALBİNDEN BAŞLIYOR

Chul Han’dan bahsediyoruz…

— Evet, bir yorgunluk toplumu. Neden bu kadar yorgun herkes? Çünkü zamanın ruhu sürekli hızlı olmayı ifade ediyor. Özetle, hızla... Bana, “bunu uzun uzun anlatma” diyor, zamanın ruhu… İşle ilişkimizde böyle, hayatla ilişkimizde böyle. Şimdi bir yorgunluk toplumu ise eğer, o zaman şunu sormamız gerekiyor: “Bizi yoran şeyler, hem kişisel hayatlarımızı daha değerli hâle dönüştürdü mü? Bu kadar çok çalışarak daha değerli olduk mu? Bu kadar çok içerik üreterek daha değerli olduk mu? Bu kadar çok tüketerek, hızlı ve çok tüketerek daha değerli olduk mu?” Hayır Ersin. Bak, artık kimsenin kimseye güveni kalmadı, tahammülü de kalmadı. İnsanlar birbirlerine kuşkuyla bakıyor; herkes birbirinin performans gösterdiğine inanıyor. Ne yoksulun gerçek yoksul olduğuna inanıyor, ne insanın gerçekten vicdan azabı çektiğine inanıyor. Kimse kimseye inanmıyor çünkü herkes kendisinin de bu performansın bir parçası olduğunu farkında: “Kişi kendinden bilir herkesi,” diyoruz ya biz. İnsanlara güven, merhamet, şefkat, sevgi telkin etmediğimiz için herkesin de böyle olduğunu biliyoruz, inanıyoruz. Yorgun bir toplumun birbirine karşı güvensiz bir toplumun doğal olarak ürettiği ahlâk ve davranışlar da bir tür çürüme. Bugün herkesin şikâyet ettiği şey değil mi “çürüme”? Herkes şikâyetçi ama hiç kimse o kötü kokunun kendi ruhundan çıktığını kabul etmek istemiyor. Tamam, bir çürüme var, çürüyoruz. Çürüme insanın kalbinden başlıyor ama o kötü koku senden geliyor olabilir, benden geliyor olabilir. Bütün suçu ötekine yüklemek... Herkesin o performans alanına çıktığında kendisini mutlak haklı, mutlak doğru, mutlak güzel, mutlak iyi olarak gördüğü o gösteri alanında, o performans alanında, böyle muallak bir “kötü” var orada. Biz oturup kendi üzerimize düşünmek zorundayız. “Ben kimim? İyiliği yaymak için ne yaptım, güzeli yaymak için ne yaptım, doğruyu yaymak için ne yaptım? Bir insan olarak kendi varoluşumda bunlar ne kadar yer tutuyor?” Kendine dönük soruları bırakınca zaten öteki cehennemdir; adam yüzyıl evvel söyledi, “Öteki cehennemdir. Cehennem ötekidir.” Ve herkes öteki üzerinden kendini tarif ediyor. Ötekinin kötülüğünü kendi iyiliğine delil hâline dönüştürdü: “O kötü, o hâlde ben iyiyim.” İyilik verili bir şeye dönüştü: “Ben iyiyim çünkü benim dünya görüşüm böyle.” Belirli bir şey sanki. Hayır, hayır... Bu da bir illüzyon, bu da bir oyun, bu da bir performans. İyilik performansı, iyilik atölyeleri, iyilik bilmem neleri... Bu da bir performans.

ORTAK “İYİ”DE ORTAK “ACI”DA TOPLAŞAMIYORUZ

Peki aslında varlık sebebi, birbirimizin “öteki” olduğunu anlayacak mıyız?

— Anlayabilir miyiz bilmiyorum. Tabii ki anlayacağız, anlamalıyız bunu. Bunun üzerine kafa yormak gerek. Fakat bu çağla ilgili tanımlardan bir tanesi Ersin, “kesin inançlılar çağı.” Şimdi bak, “yorgunluk toplumu” dedik, “performans toplumu” dedik, “gösteri çağı,” “gösteri toplumu” dedik, “ötekini kovmak” dedik. Şimdi bir ifade, bence bir kavram da “kesin inançlılar.” Bu kulağa iyi gibi geliyor bazen, insanın kendi inançlarına mutlak bir bağlılıkla, mutlak bir tutkuyla bağlanması. Evet... Fakat “kesin inançlılık” kendi içinde totaliter bir kafa üretir. Yaşadığımız çağı tarif ederken, sadece kendi ülkemizde değil, bütün dünyada konuşulan kavramlardan bir tanesi “kutuplaşma.” Çünkü kesin inançlılar çağında hiç kimse, bir hakikatin kendinden menkul değerine inanmıyor. Herkes şöyle yaklaşıyor: “Bu benim için mevziimde bir silaha dönüşebilir mi?” Dolayısıyla biz, bir kötülük ortaya çıktığında, bunu üreten insan doğasını tartışmıyoruz, bunu hangi dünya görüşünden insanların yaptığını önce tartışıyoruz. Çünkü bizim ihtiyacımız olan şey birinci derecede, “Biz bunu kullanabilir miyiz?” Araçsallaştırıyoruz, işimize yarıyor mu bu? Bunlar timsah gözyaşları. O yüzden biz ortak “iyi”de toplaşamıyoruz, ortak acılarda toplaşamıyoruz. Çünkü bizim bunların ortak “iyi”ler, ortak acılar üretmek için insanın kendisinden bir parça kuşku duyması gerekiyor.

Kayıp mı ettik ortak iyiyi?

— Görünen o ki şu an buna uzağız. Çünkü özellikle kutuplaşma dönemlerinde vasatlık yüceltilir. Herkes o vasatlığın içerisinde korunaklı bir alan bulur. Ama ortak iyiye erişmek için, doğal olarak biraz düşünmek, sanatın, kültürün ürettiği alandan nasiplenmek gerekir. Yani bize bunlar çağrıştırır; iyi bir roman okuruz, iyi bir film izleriz, iyi bir müzik dinleriz... Doğal olarak hayatın ruhunu, ekonomi-politik çatışma üretir ama buralara baktığımızda insan oluşumuza dair yeniden düşünme imkânları bulabiliriz. O yüzden de biraz derinleşmek... Ben bunları söylediğimde fazla naif geliyor. “Bana bunlardan bahsetme” diyor. “Benden misin, ondan mısın?” diyor. Ben senin kurduğun ötekiliğe dâhil olmak istemiyorum. Çünkü benim hayatımda mutlak yargılar hep korkutucu bir şeye dönüşmüştür.

MİKRO İKTİDARLAR İNŞA EDİYORLAR

Vasat olmak bir probleme mi dönüştü, günümüz toplum sosyolojisi için?

— Biz “vasatlığı” müsbet bir kavram olarak kullanıyorduk. Kavram da değişti. Bir zaman iyi gibi gelen kavram, bir zaman kötüye dönüşüyor. Şimdi biz hani “toplumun vasatı nedir ve biz hangi vasata dâhil olacağız?” Eğer vasat dediğimiz şey, o toplumun ortak düşünce, ortalama fikir, ifade biçimlerine de karşılık gelir ya... Şimdi bu “üretim kabiliyeti, düşünme kabiliyeti” gitgide aşağı düşüyorsa eğer, doğal olarak o vasattan kendimizi kurtarmalıyız, o vasata dâhil olmamalıyız. Şunu sormalıyız kendimize: “Acaba bu zaman dilimi, bu ülke, bu topraklar, ürettiği kültürel anlamda, sanatsal anlamda, ekonomik anlamda, politik anlamda ürettiği bilgi, fikir, duygu yüksek bir değer mi taşıyor? Yoksa biz gün geçtikçe aklın, ruhun, kalbin anlamsızlaştığı, düşük bir kültür üretme seviyesine mi razı geldik?” Yani mesela bugün üretilen değerler silsilesine baktığımızda şunu kaybediyor olabilir miyiz? Bir soru olarak soruyorum: “İyi metinleri kaçırıyor olabilir miyiz? Dilimiz çoraklaşıyor mu, kullandığımız kelime evreni daralıyor mu? Buna bağlı olarak düşünme evrenimiz daralıyor mu? Bizim bütün alanlarda idrakimizi açacak derinlik, düşünme imkânına sahip miyiz? Yoksa bizi aptallaştıran bir mekanizmaya razı mı geliyoruz?” Aptallaştıran mekanizma, insanları tekdüzeleştiren, insanlara her şeyi basit bir formülle sunan, hazır kalıplar... Bize diyor ki: “Bak, sen hangi dünya görüşüne sahipsin? Ben sekülerim, muhafazakârım, sosyalistim, milliyetçiyim. Sen diyor, merak etme; ben seni bir standart donanımla donatacağım. Sen diyor, profil fotoğrafın şunlar olabilir. Altta yazan sloganların bunlar olabilir. Sana diyor bir takvim vereceğim, sen bu takvimi takip et. Bunlar senin duyarlılık biçimlerin. Burada diyor, ‘yaşasın’lar ve ‘kahrolsun’lar var, gözyaşları ve sevinçler var. Herkesin bir takvimi var. Sen diyor, şu tarihlerde bu ifadeleri kullanabilirsin.” Her duygu hazır, kalıplar kurgulanmış. Bu da bir tür insanları yönetme biçimi. Yani mikro iktidarlar inşa ediyorlar herkesi yönetme biçimiyle. “Sen bizim çizdiğimiz bu duyarlılık dünyasında hayatını sürdürebilir ve merak etme, buradan da epeyce bir ‘like’ alırsın. Bunları sürdürdüğün müddetçe...” Ha derdin eğer “ya ben bu kalıplardan artık usandım”... Çünkü sana şunu söylüyor: “Bak diyor, bir fotoğraf koyacağın zaman sana bir filtre veriyorum. Bu filtre, seni güzelleştirecek. Güzeli tanımlayan kimdir? Filtreyi elinde tutandır. Filtrenin sahibi kimse, güzeli o belirler.”

Peki “sen” güzel misin?

Doğal olarak sen o filtreden baktığında kendini çirkin bulursun. “Ben çirkinim” dersin ve “o filtreye muhtacım” dersin. Bak, bu sadece sosyal medya fotoğrafında kalırsa sorun değil. Peki aynı filtreyi senin ruhun, kalbin, hayatın, karakterin, ahlâkın için de satıyorlarsa yahut senin önüne koyuyorlarsa? Satmaları gerekmez; hani o çok şey var ya bu çağda, “Bir ürün bedavaysa ürün sensin.” Aslında o filtre, fikirlerin de fotoğrafların da duyguların da filtresi sayılabilir. Biz bu filtreleri kullanmak mecburiyetindeysek o zaman kendini çirkin bulursun, kötü bulursun, yanlış bulursun, kendinden nefret edersin. Kendi üzerine yeniden düşünmeye başlamalısın. Bunu popüler kültür ve dijital dünyanın sana sunduğu filtreler üzerinden değil, “gerçek insan”ı arayarak yapmalısın.

GERÇEK İNSAN DUYARLILIK ÜZERİNE TWEET ATANLAR DEĞİLDİR

Gerçek insan nerede?

Bir şeyini kaybettiğinde onu en son gördüğün yerde aramalısın Ersin. Gerçek insanı en son nerede gördün? Şimdi bak, insanın yüz yüze ilişkisi koptuğunda, senin arkadaşlıklarını belirleyen şey artık hiç yüzünü görmediğin insanların, ismini bile bilmediğin insanların paylaşımları üzerinden gelişiyorsa insan dediğimiz varlığın ayırdığına varamazsın. Gerçek insan, gerçek insan, üç gün görmediği komşusunun kapısını çalıp “İyi misin?” diye soran insandır. Gerçek insan, bu duyarlık üzerine parlak sözlerle tweet atan insanlar değildir. Gerçeklik, hayatın içinde bir emekle üretilen bir şeydir. Mesela ben gerçek bir adam tanıdım. Adamın eski bir arabası vardı, tesisatçıların arabaları olur ya, böyle yıkık dökük, arkası. O arabasıyla günlük tesisat işlerini tamamladıktan sonra akşam, işleri bitmiş ve kalan yemekleri olan lokantaları tek tek dolaşıyordu. Büyük sefertası vardı, o sefertaslarının bir tanesi diyelim ki pilav tası, bütün pilavları oraya topluyor; bir tanesi diyelim köfte, oraya topluyor; bir tanesi çorba, oraya topluyor. Sonra bunları alıyor lokantalardan, gece kendi belirlediği evlere tek tek dolaşıyor ve oradan o yemekleri veriyordu. Şimdi bu, gerçek bir insan artık. Çünkü gerçekliği, iyinin, doğrunun ve güzelin o bütün ağır anlamlarını sırtında taşımaya cesaret göstermiş bir adam. Şimdi gerçek insanı biz buralardan aramak zorundayız. Belki büyük anlatılar hafızamızı tazeler Ersin. Yani ben mesela rahmetli Neşet Ertaş ile ilgili söylemiştim. Biz bu ülkede, bu memleketin bütün her şeyini unutsak, değerler dünyasını unutsak, sonra bir Neşet Ertaş türküsü dinlesek hafızamız yerine gelebilir. Çünkü o türkü, bu ülkenin bütün gerçek duygularına karşılık gelecek bir derinliği barındırır. Hafızamızı yeniden tazeleyecek, hafızamızı yerine getirecek yüksek duygulara temas etmemiz gerekiyor. Derinlikte düşünceye temas etmemiz gerekiyor. Ve maalesef bunu “Google’layamayız.” Bu kadar kolay erişilebilir bir şey değil. Bu “konformist” zihinlerle biz insanı yeniden hatırlayamayız, mümkün olmaz. Biz muhtemelen Tarkovski filmleri izleyen son nesiliz. O zaman Nuri Bilge Ceylan filmlerini de son izleyen nesil olabiliriz. Tıpkı kaybettiğimiz çok değerli bir şeyi ararcasına, delice bir arzuyla, hayati bir tutkuyla aramamız gerekiyor o insanı, gerçek insanı. Aksi hâlde bildiğimiz dünyanın sonuna geldiğimizi kabul etmeliyiz. Kıyametler, kıyametler içindedir. Bu da bir tür insanın kıyametidir. İnsanın özünü iyilikle, güzellikle ilişkisini zedeleyen her şey bir kıyamettir, koparan her şey bir kıyamet. Biz kendi küçük kıyametimize, ölüme gidinceye kadar hiç olmazsa hayatımızı o yüksek duygu ve düşünüş düzeyinde tutmanın yolunu bulmalıyız bir şekilde. Ama bu da gerçek bir eylemle mümkün.

Tarık Tufan, romanı okurken şunu düşündüm: İnsanların hayatlarındaki küçük ayrıntıların aslında ne tür büyük sorunlar doğurduğunu ve birbirleriyle nasıl ilişkisi olduğunu gösteriyor. Ve dedim ki, “Tarık Tufan romanı okuyana diyor ki: ‘Bir dur, dinlen. Hayatına bir bak, çevrendeki insanlara bak, neler yaşıyorlar? O yaşadıklarının sende nasıl bir karşılığı olacak ya da 100 yıl sonra nasıl bir etkisi olacak?’” Demiştim. Şimdi bu anlattıklarından yola çıkınca birleştirdim. Sen gerçekten bu romanı “Bir oturun, dinlenin.” diye yazmışsın.

— Yani şimdi roman bir yolculuk. Ve bu yolculuk insana şunu hatırlatıyor: Etrafına bak, etrafını dinle, anlamaya çalış. Anlamaya çalış... Beni en çok yoran ve üzen şeylerden bir tanesi, aynı asansöre binmiş yabancı da olsalar, aynı asansöre binmiş iki insanın, o daracık asansörün içinde farklı yerlere bakmasıdır...

Cep telefonu var şimdi, kaçış rampası gibi…

— Oysa yapmaları gereken şey birbirlerine “Merhaba” deyip “İyi günler” dilemektir. O küçücük asansörde geçirdiğimiz 30 saniyeyi, 40 saniyeyi, bizim için anlamlı ve güzel hâle dönüştürebilir. Şimdi bu “yabancılaşma” dediğimiz şey, o bir asansördeki iki yabancının hissettiği duygu... O kaçış, hayatın bütün alanında bu yabancılaşma bizi doğal olarak yalnızlaştırıyor. Mesela Türk Dil Kurumunun bu yıl (2024) seçtiği kelime: “Kalabalık yalnızlık.”

YALNIZLIĞI PAYLAŞMAK KALABALIĞI DEĞİL ANLAMAYI GEREKTİRİR

Muazzam bir kavram.

— Bu şu anlama geliyor: İnsanın yalnızlığını gideren şey insan topluluğu değil, onu anlayan birilerinin olması. Dolayısıyla yalnızlığı paylaşmak, bir kalabalığı gerektirmez; anlamayı gerektirir. Senin ailede, evde kızın yalnız. Çünkü onu anlamıyorsun. Siz aynı apartmanda yaşayan insanlar yalnızsınız çünkü birbirinizi anlamaya vakit ayıramıyorsunuz. Biz… Bu yalnızlığımızın temelinde, birbirimizi anlamamak var aslında. Anlamaya vakit ayıramamak... Belki de şairin ifadesiyle —Gülten Akın’ın—: “Ah, kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Şimdi biz ince şeyleri başka türlü nasıl anlayabiliriz? Hayatın inceliklerini nasıl anlayabilirsin? Bir çiçeğin kokusunu alabilmek... Yanından koşarak geçtiğin şey, o kadar alırsın...

ROMAN HEM YAZARINI HEM OKURUNU EĞİTİR

Âşık olmamışsan, âşık olmuş birinin yazdığı sözden, şiirden, şarkıdan, türküden bir duygu geçmez, değil mi?

— Kesinlikle. En azından şöyle... Yani hayatında bir şeyin, hani biz performans dedik ya; bir şeyin hayatında yer tutması için hakikaten ona bir alan açman gerekiyor. Yoksa o da bir performans izlencesine dönüşür. Benim demek istediğim şey tam da hani buralarda saklı. Roman hem yazarını hem de okurunu eğiten bir şeydir. Hayatın bütün alanlarına dikkat kesilmeyi gerektirir. Çünkü siz bir romanda —ben hem bir okur hem bir yazar olarak— doğal olarak kendimi bir dünyanın içinde hissediyorum. Karakterlerin, mekânların, olayların aktığı bir dünyada... Ve bu incelikleri anlayabilmemizin tek yolu, yavaşlamak. Hızlandığımızda kaybettiğimiz şeyler listesi var, hayatımızda. Bu kadar hızlandığımızda daha iyi bir insan olmadık, hayatımız daha güzel olmadı. Bu kadar hızlandığımızda, yetişmek istediğimiz her şeye yetişemedik ki. Çünkü ne kadar hızlanırsan hızlan, o kadar çok şey eksik kaldı.

ANLAMIN ÇOKLUKTA ARANMASI OYUNDUR

Iskalaya ıskalaya geçiyoruz hal bu ki…

— Çünkü bizim için değerli olan şey biriktirmek yahut skor değil ki. Yani hayatın içinde “şu kadar şey...” Bu değil ki. Anlamı biz çoklukta arıyoruz artık. Anlamı çoklukta arayan şey bir oyundur ancak. Ne kadar çok performans gösterdiğinle ilgili bir şeydir, bir oyundur. Dünya hayatını bir oyun yerine dönüştürür. Evet, çok puan aldın... Bu değil ki, hayat böyle bir şey değil ki.

KURMACA BOŞ ZAMAN EĞLENCESİ DEĞİLDİR

Şimdi “hakikat” dedik, “gerçeklik” dedik ama ortada bir de kurmaca var. Hakikatten beslenme tarafı da var. Sen dedin ya, yani romancı da kendini eğitiyor...

Bak, şunu soralım Ersin kendimize: İnsan var olduğu günden bu yana kurmacalar üretiyor ve anlatıyor. Yani şu masal anlatıyorlar birbirine, mitolojiler anlatıyorlar, meseleler anlatıyorlar. İnsan hep kurmacadan bir biçimde besleniyor. Dolayısıyla kurmaca aslında insan için bir boş zaman eğlencesi değildir. Kurmaca insan için bir tür hayatta kalma biçimidir. Gerçekliğin bizi boğduğu yerlerde bir kurmaca vardır. O kurmaca bize birkaç şey sunar, birkaç vaatte bulunur: 1) Her şeyin daha iyi olabileceğine seni inandırır. 2) Her şeyin başka türlü imkânlarla gelişebileceğine seni inandırır. 3) Sana iyinin ve doğrunun ne olduğunu, bir hikâyenin içinde gösterir ve senin hayattaki yerini bulmana yardımcı olur. 4) Sana “kötülük” denen şeyle de yüzleştirir. 5) Senin hayatla kurduğun ilişkide kaçırdığın pek çok inceliği hatırlatabilir. Ben bir sürü şey sayabilirim. Kurmaca insanın bir hayatta kalma biçimidir aynı zamanda. Yoksa bu kadar uzun sürmez. Neden o zaman biz gerçeklik varken bu “yalanlara” tevessül ediyoruz? Kurmaca dediğimiz şeye... Dolayısıyla ben pek çok şeyi teorik olarak tartışan adamlardan hep böyle bir mesafeli dururum. Mesela edebiyat bilmeyen filozoflardan, edebiyatla temas etmemiş fikir ve düşünce adamlarından diyelim, edebiyatla temas etmemiş siyasetçilerden, edebiyatla temas etmemiş doktorlardan, edebiyatla temas etmemiş din adamlarından, hocalardan hep böyle bir tereddütlü olurum…

EDEBİYAT BİLMEDEN FIKIH YAPARSAN İNSANI ÖLÜ CÜMLELERLE TARİF EDERSİN

Temas etmiş olanlar da kendilerini belli ediyorlar zaten, değil mi?

— Elbette öyle. Çünkü insan dediğimiz varlığın duygusal paylarını, yanılma, hata yapma, kötülüğe meyletme, düşme-kalkma, çatışma, çelişme, kendisiyle kavga etme... Bu duygusal paylarını bilmeden, böyle kocaman cümlelerle, kesin yargılarla insana yaklaşmak, insanın gerçekliğini reddetmektir. Yani insanın gerçekliğini gözetmek gerekir. Bu, şu anlama gelmiyor: “Ya işte insan dediğimiz şeyi de hani kötülüklerini makul ve meşru görelim.” Anlamak... Yani sen edebiyat bilmeden fıkıh yapamazsın. O zaman böyle kafanda bir takım keskin yargılarla bir matematik problemi çözer gibi yaklaşırsın. Zamanın ruhunu, insanın ruhunu kavrayamaz, bir takım ölü cümlelerle insanı tarif edersin. Ölü cümlelerle...

BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONUNA GELDİK

Şimdi tam yerine geldik. Biraz da toparlayacağız… Bu arada sohbet gerçekten çok iyi gidiyor. Geçen hafta biz burada yapay zekâyı konuştuk, konuğumuzla. “Neler yapıyor, neler yapamaz ki”... İşte metin yazıyor, resim üretiyor, birçok şaşırtıcı artık şeyler yapıyor yapay zeka. Sen de bir yerde şöyle bir cümlen var, müsaadenle okumak istiyorum: “Yarın öbür gün yapay zekânın gözyaşları döktüğüne şahit oluruz.” Yani bir romancı olarak bu tereddüdü yaşıyor musun, ya da ne olacak şimdi?

— Biz tabii bu çağın içinde yaşarken, henüz ürettiği bu duygu ve düşünceleri yeteri kadar tahlil edemiyoruz. İçinde yaşıyoruz. Ne ile karşı karşıya olduğumuzu henüz bilmiyoruz. Fakat sanatçılar, edebiyatçılar, sezgi ve tahayyül gücüyle yaklaştıkları için meselelere, bilim adamlarından ve teorisyenlerden farklı bağlamlarda görebilirler. Tehdit ve tehlikenin nereye varacağını anlayabilirler. Bir romancının yakın zamanda yayınlanan romanının ismi “Bildigimiz Dünyanın Sonu”ydu. Evet, ya biz galiba bildiğimiz dünyanın sonuna geldik. Ama nasıl bir dünyaya gözlerimizi açtığımızı henüz kavrayamıyoruz. Dolayısıyla yapay zekânın ve benzeri teknolojilerin, insan dediğimiz şeyin özünü dönüştürecek kadar güçlü olup olmayacağını bilmiyoruz. Fakat bir tehdit olduğunu hepimiz seziyoruz, değil mi? Yani ortada bir cisim yaklaşıyor ama bizi korkutuyor. Bu insani bir korku. Sezgisel olarak korkuyoruz çünkü bunun bize hayır getirmeyeceğinden sezgisel olarak farkındayız.

YAPAY ZEKANIN BİZDEN ÇALACAKLARININ ENDİŞESİNİ YAŞIYORUZ

İnsani reflekslerimizin ispatı da bu korkudur değil mi?

Evet. Hatta bize birtakım şeylerde yardımcı olacak. Birtakım hastalıkları teşhis etmede bize yardımcı olacak, çözemediğimiz problemleri çözdürecek, bir şeyle bize katkı sağlayacak. Ama en azından şu konuda biz “şerbetlendik”: Dışarıdan bakarken bu kadar iyi gibi gelen şeylerin aslında hemen arkasında çok daha büyük bir acıyı doğurabileceğini de biliyoruz artık. Dolayısıyla bize bahşettiklerinin dışında, bizden çalacaklarının endişesini yaşıyoruz. Bir kere kelimeyi, durumu tarif ederken kullandığımız kelimeye bakalım: Neden yapay bir zekâya ihtiyaç duyuyoruz? Mesela kalbimiz çalışmadığında yapay bir kalp takılarak bizi hayatta tutabilir; yapay bir uzuvla vücudumuzdaki bir eksikliği giderebiliriz. Peki yapay zekâ gerçekten hayatımızda böylesi hayati bir eksikliği giderecek kadar “saf” mıdır? Yoksa insan kendi elinden çıkanların kurbanı mıdır? Modern insanın, kendisini bir kurban —farkına bile varmadan belki— bir kurban yerine mi koyuyor?

Kendi kendini sömüren insan, bitiren insan…

— Doğal olarak ortaya çıkan her yenilikte şu soruyu sormalıyız: “Bunu hangi dünya görüşü, hangi insan ve varlık algısı üretti? Bunun arkasında yatan insan ve varlık algısı nedir? Bunun ifade ettiği, temsil ettiği otoriteyi kim kullanıyor? Bunun ürettiği ekonominin sahibi kim?” Sorgulamak dediğim şey bu. Her şeyin arkasında onun ekonomi politiği ve dünya algısını, insan algısını sormalıyız. Çünkü kötücül bir zihnin ürettiği araçlar, görünürde sana iyilik getiriyor olsa bile, özü itibariyle seni bir kötülüğün içine çekebilir. İnsanın böyle bir bilinç ve uyanıklık hâlinde olması gerekir. Bilincimizi ve uyanıklığımızı diri tutmanın tek yolu bana kalırsa, bizi bu bilinç düzeyinde tutacak olan şey de felsefenin, romanların, edebiyatın ve sinemanın açtığı alternatif ve eleştirel bir zihin yolu... Biz maalesef bunları bir boş zaman etkinliği gibi algılıyoruz. Oysa hayatı kuşatan bu modern, otoriter kavramlar dünyası içinde biz kaybolmamak için, özümüze en yakın tutacak şeylere muhtacız. Yani bu bir boş zaman etkinliği değil.

ROMANLARIMIN TEK ÇABASI İNSANA TUTUNMAK

Tarık Tufan, ağzına sağlık, gerçekten çok güzel bir söyleşi oldu.

— Benim için de hem böyle düşünme fırsatı açtı.

Romancılığın ötesine geçtiğini görmüş olduk, ‘Gece Açan Çiçekler’i de okurken hissettiklerim ile sen konuşunca bir bütünleşti. Mutlaka okurların bu programı izleyince onlar da bunu fark edecekler.

— Yani, benim bir romancı olarak bütün çabam anlattığım bütün hikâyelerde, yazdığım bütün romanlarda insanı anlamak, insanı keşfetmek, insanın kalbine ve ruhuna dokunabilmek, insanın yaralarına dokunmak, var olduğunu hissettirmek. Yani bu konuştuğumuz meselelere karşı tek çaremiz insana tutunmak. Yani benim romanlarımın çabası budur diyebilirim.



#Bir Başka Mesele
#Tarık Tufan
#Ersin Çelik
#Gece Açan Çiçekler