
Kitabın pazarlanması fikrine tamamiyle olumlu yaklaşıyorum. Kitap benim için 'hızlı dönen bir tüketim ürünü'dür (Anglo-sakson bir pazarlama terimi olan 'Fast Moving Consumer Good'dan tercüme ettim) Aynen kola, çerez, gibi. 'Hızlı dönen' diyorum zira artık ülkemizde her hafta çok sayıda yeni yayın piyasaya sürülüyor. Bunlar çabuk tüketilmeliler ki, ardından gelenler rafta yerlerini alabilsinler. Dolayısıyla çabuk tüketilmeleri için pazarlamanın bütün imkânlarını kullanmak gereklidir ve bunda tereddüt edilmemelidir.
Bunun iki değişik sebebi var: Birincisi bir gazetecinin yayınladığı kitap yeterli vasfa sahip olsun veya olmasın meslektaş dayanışması ile muhakkak medyada geniş yer buluyor ve methediliyor. Bu bir kere 'haksız rekabet'. Gazeteci olmayan bir kişi methedilen kitaptan kat be kat iyi bir eser koymuş olsa bile medyada yer bulması çok zor veya imkânsız. İkincisi ortaya konulan eserler düşük vasıflı olunca iş daha da kötüleşiyor. Bu sefer okur aldatılıyor.
Bence Türkiye'de fikir işçiliğine ve bilgiye ihtiyaç olmadığı için bilgiler ya bilabedel veya bilabedele yakın bir bedelle temin edilmek isteniyor. Bugün bir dosyayı konunun uzmanına okutturmak istiyorsanız en az bin dolar ödemeniz lazım. Hiçbir yayınevi bu meblağı vermeye razı değil, razı olsa bile bu kitabın fiyatına yansıyor ve o zaman kitap emsallerine göre daha pahalı kalıyor.
Söyleyebileceğim tek şey intihalin maalesef çok yaygınlaştığı. Bunun önüne geçilebilmesi için de yayınevlerinin çok ehil uzmanlar ve/veya editörler ile sıkı işbirliğinde bulunmaları gerektiğidir. Bu kişiler konularına hâkim iseler intihali hemen tespit edebilirler.
İletişim, Yapı Kredi, İş Kültür gibi büyük yayınevlerinde akademik diye vasıflandırabileceğimiz dizilerin yanı sıra, çocuk, yemek gibi rağbet gören, 'satan' kitaplar var. Bunlar az satan diğer dizileri dengeliyor. Bizde (LİBRA) sadece tek dizi var: Somurtkan yüzlü (!) tarih ve araştırma dizisi. Dolayısıyla bizim hedef kitlemiz, kurumsal alıcılar, yani üniversite kütüphaneleri oluyor.
