Şüphesiz mekânla ve sözle ilişkimizin çerçevesini belirleyen binlerce yıllık mirasımızdan bir çırpıda kurtulmak mümkün değil, dahası gereksizdir de. Önemli olan, tarihsel mirasımızdan getirdiğimiz özelliklerin kendine özgü modernleşmemizde mahzurlarını doğru saptayabilmek, mirasımızı asla bütünüyle reddetmeden, buna uygun politikalar geliştirebilmek...
III. Milli Kültür Şurası'nda “Kültür Politikaları Komisyonu”nda çalıştım. “Göçebe ve sözlü kültür mirasının Türk modernleşmesi açısından mahzurları” başlıklı bir konuşma yaptım. Geçenlerde yazdığım “Şehirciliğimiz” ve “Şehirliliğimiz” başlıklı yazılarda göçebelik mirasımızın etkilerini ele aldığım için bu konuşmanın, özellikle sözlü kültürle ilgili ana hatlarını sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Türklerin tarihsel ve toplumsal psikolojisini ana hatlarıyla ortaya çıkarmaya yönelik olarak yaptığım çalışmalarda, âlemle, toplumsal cinsiyetle, eşyayla ve parayla, silahla, kendi budunumuz ve diğer uygarlıklarla ilişkilerimizin yanı sıra sözle-yazıyla ve mekânla ne tür bağlantılarımız olduğu üzerine yoğunlaştım. Tüm bu ilişki ve bağlantılar, bir anlamda bizim etnik kimliğimizin çerçevelerini oluşturuyor. İki yüz yıldan beri, çekirdek bünyemizde yer alan bu özelliklerimizle modernlikle karşılaşıyoruz. Şüphesiz iki farklı kültürel monadın karşılaşması yepyeni bir tablo ortaya çıkaracaktı ve çıkardı. Modernlik, daha önce karşılaştığımız ve hızla ve büyük ölçüde gönüllü olarak benimsediğimiz İslam uygarlığı gibi oldukça kapsayıcı ve kuşatıcıydı. Ama ondan farklı olarak, önüne çıkanı kendine benzeten bir niteliğe sahipti. Bizi de kendisine benzetiyor ve biz de direnmek yerine “kendimize özgü bir modernleşme” yoluna girdik. Halen bu yoldayız.
Elbette modernlikle karşılaşmamızın öncesindeki etnik hususiyetlerimizi belirleyen tüm özelliklerin modernlikle uyum içinde olmayan yanları var. Ama bize göre uzun bir göçebe geçmişe ve sözlü kültüre sahip olmamız, modern zamanlarda mekânla ve yazıyla ilişkilerimizde büyük dertlere kaynak teşkil ediyor. Hekimce ve psikodinamik yaklaşımımız, daha çok yüzleşmemiz gereken sorunları ortaya koyan neticelere yol açıyor. Bu yüzden “mahzur” kelimesini yeğledik. Ama bizim “mahzur” diye gördüklerimizi pekâlâ “avantaj”, “üstünlük” noktaları olarak niteleyenler de olabilir. Onlara bırakın itiraz etmeyi, saygı duyarız. Biz sadece, kültür politikalarımızı belirlerken, göçebe-sözlü kültür dairesinden gelmenin ”kendine özgü modernleşme” yolunda çıkarabileceği zorluklar ve engebeleri teşrih masasına koymak istiyoruz.
Muhafazakâr söylemde “öz-benliğini koruyamama” şeklinde karşımıza çıkan Türk yaşama tarzının devamlılığında, nesillere aktarılmasında yaşanan güçlükler, göçebe-sözlü kültürümüzün Türk modernleşmesi açısından oluşturduğu en önemli mahzurlardan. (Öyle ki muhafazakârlığımızın dahi sahih olmaktan ziyade reaksiyoner olması da bu nedenle. Zira sahih muhafazakârlık için şehirli ve kitabi bir kültür gerekli.) Türk boylarının göç ettikleri topluluklar içinde hızla dönüşmeleri veya yok olup gitmelerinde, kendi tarihlerini yazıp, anlatılarını yeniden inşa edememelerinin payını unutmamalıyız. Tarihçilerimiz bu ironik durumu, “Fetihleri siz yapın, tarihinizi başkaları yazsın” diyerek hayretle karşılıyorlar. Türklerle ilgili araştırmalar yapanlar da bu nedenle sözlü kültür ürünleriyle yetinmek durumunda kalıyorlar.
Uygarlıkların birçok ürününe çok çabuk uyum sağladığımız doğru lakin bu uyum yeteneği bile bizi bir türlü yazıya ısındıramadı, hâlâ tam anlamıyla yazılı kültür dairesi içine giremedik. Cumhuriyet döneminde yazıyı topluma yaygınlaştırabilmek için eğitim seferberlikleri düzenlendi ve nihayet son bütçelerde eğitime ayrılan pay, silahlı kuvvetlere ayrılanı bile geçmeye başladı. Selçuklu'da Farsça'ya duyulan mecburiyet, Osmanlı'da Türkçe'nin eksen teşkil ettiği bir sentez oluşturulmasıyla büyük ölçüde kırıldı ama Cumhuriyet döneminde Latin harflerine geçiş ve öz-Türkçecilik akımıyla reddi miras gündeme geldi. Bugün yeni yazının kolaylığından, halkın kullandığı dil ile yazı dil ayrımının giderildiğinden ve müthiş okuma yazma oranlarından bahsediliyor. Tüm bunlara rağmen işlevsel okuryazarlığımız çok düşük ve hâlâ büyük ölçüde sözlü kültür dairesinde yaşıyoruz.
“Türkler, tarihte kendilerine özgü bir alfabe geliştirecek kadar yazıya yaklaşabilmiş, yazılı bir edebiyata sahip bir kültür oluşturabilmiş iken neden yazılı kültür dairesine girmekte böylesine geciktiler?” ve “bugün ikinci sözlü kültür çağı da denilen teknomedyatik dünyada sözlü kültür mirasımız faydalı mı zararlı mı?” Bunlar, mutlaka cevabının bulunması gereken hayati sorular...
Şüphesiz mekânla ve sözle ilişkimizin çerçevesini belirleyen binlerce yıllık mirasımızdan bir çırpıda kurtulmak mümkün değil, dahası gereksizdir de. Önemli olan, tarihsel mirasımızdan getirdiğimiz özelliklerin kendine özgü modernleşmemizde mahzurlarını doğru saptayabilmek, mirasımızı asla bütünüyle reddetmeden, buna uygun politikalar geliştirebilmek...