|

Boğaziçi’nden Tuna’ya uzanan köprü

Halûk Dursun, 62 yıllık hayatı boyunca İstanbul’u, tarihi, kültürü farklı gözle seyredecek yöntemi bizlere sundu. Tarihin sadece kütüphanelerde değil, bir Osmanlı sokağında, Ahlat’ta, Tuna’da, Fırat’ta öğrenilebileceğini yaşayarak, yazarak gösterdi. İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabı payitahtı, Nil’den Tuna’ya Osmanlı eseriyle de bir coğrafyanın tümünü anlamamızı sağlıyordu.

Merve Akbaş
04:00 - 15/09/2019 Pazar
Güncelleme: 09:18 - 15/09/2019 Pazar
Yeni Şafak
Halûk Dursun
Halûk Dursun

Halûk Dursun’la İstanbul’un kapısını çalmadan hemen önce tanıştım. İstanbul’da Yaşama Sanatı isimli kitabının bir reklamını görüp, Bursa’nın kitapçılarının toplandığı Sönmez İş Sarayı’na koşar adım gittiğim günü hatırlıyorum. Ancak yeni piyasaya çıkan kitap henüz Anadolu’ya ulaşmamış olsa gerek ki hiçbir yerde bulamadım. En sonunda Kozahan Kitapevi’ne sipariş verdim. Bir hafta sonra kitap elime ulaştı. Hanın bahçesinde, bir çınar ağacının gölgesinde ‘Yaşayan Boğaziçi’ne baktım. Henüz Bursa’da, İstanbul’da yaşamak ile ilgili dersleri bu kitaptan öğrendim. Şansım yaver gitmiş olacak ki, Üsküdar İstanbul’daki ilk durağım oldu. Yine şansım yaver gitmiş olacak ki, Üsküdar’dan, Boğaziçi’nden, Kuzguncuk’tan hiç ayrılmak zorunda kalmadım. Dursun, şöyle diyordu bana seslendiğini düşündüğüm satırlarda; “İstanbul’un üç beldesinden Anadolu’yu temsil eden Üsküdar; hep yerli, hep milli, hep kalender, hep mütevazı ve daima uhrevî.”

GENÇLERE SESLENMEK

Dursun İstanbul’da Yaşama Sanatı’yla en çok da gençlere sesleniyordu. Bir şehrin yaşamından, bu yaşamın kurallarından, geleneklerinden beslenmemiz gerektiğini vurguluyordu. Nil’den Tuna’ya Osmanlı’da ise daha geniş bir coğrafyanın izlerini ayağımıza getirmişti. Bir gezi kitabı da olarak anılabilecek bu eserde, ‘Kudüs’ten Kahire’ye, Mekke’den Medine’ye kadar Ortadoğu’da; Üsküp’ten Kosova’ya, Elbasan’dan Tiran’a, Selânik’ten Yanya’ya, İstanköy’den Rodos’a, Estergon’dan nazlı Budin’e kadar Vardar boylarında, Rusçuk’dan Silistre’ye, Deliorman’ların Razgrad’ından Koca Balkanlar’daki Hüseyin Raci Efendi’nin Eski Zağra’sına, Dobruca’nın Köstencesi’ne, Mecidiyesi’e kadar Tuna boylarında ve sonra Eflâk’tan başlayıp ta Kara Boğdan’a Prut kıyılarına, Dinyeper’e, Dinyester’e, Akkerman’a kadar’ her yerde Osmanlı’nın izlerini önümüze getirdi. Bu izleri bizzat kendisi sahada bir araya getiriyordu.

SAMİMİ VE ZARİF BİR ÜSLUP

Boğaziçi’nde Kırk Yılım’da ise Dursun, bu defa kendi hikâyesine odaklanarak Boğaziçi medeniyetini anlattı. Daha küçük bir çocukken Naima Sultan Yalısı’nda geçirdiği bir geceyi aktarıyordu okuruna. Burada başlamıştı boğaziçi sevdası. Onun çabasını bu eserde daha iyi anlamak da mümkün. Ama tabi yine kendisi gibi zarif ve samimi satırlarla süslüyordu. Yaşamından aktardığı kesitler kenti yaşamanın kültürüne nasıl adapte olunacağının da bir örnekliği gibiydi.

NOSTALJİYE REDDİYE

Halûk Dursun, bu üç eserinde olduğu gibi yaşamıyla da çevresindeki herkesin, okurunun, öğrencilerinin, hizmet ettiği her vatandaşın bakışını etkilemeye talip oldu. Tarihin sadece kütüphanelerde değil, bir Osmanlı sokağında, Ahlat’ta, Tuna’da, Fırat’ta öğrenileceğini yaşayarak, yazarak gösterdi. Tarihi anlamamız için, anıt ağaçların, yerli kuşların, floranın da anlaşılması gerekiyordu. Ekim ayında lüferi bekleyenlerin, bir de kasım sakalarını beklediğini hatırlatırken aslında tarihin tam içinden geçtiğimizi anlattı bizlere. Nostaljiye Reddiye adlı makalesinde ise eskiye odaklanmaktan, bugüne kalanı doğru biçimde göremediğimizi yeniden, usanmadan hatırlattı. Haksız da sayılmazdı. Boğaziçi’nin nice yalıları, köşkleri, konakları, eski sokakları, kuş evleri ve hatta anıt ağaçlarını bilmeden tek başına kaybedilene ağıt yakmak kime ne fayda sağlayabilir?

TÜM GEREKLİLİKLERİ TANIMAK

Haluk Hoca, sadece yazmadı. Yaşadı da. Ondan öğrendiğimiz, yaşamın kültürü, sanatıydı. Bununla yaşamayı öğrendiğimiz zaman görebileceğimizdi. İstanbul’da, Osmanlı topraklarında, Anadolu’da inşa edilmiş bir handa, Tuna nehrinin kıyısında otururken veya Konya’daki bir kuş yuvasında, bir meşe ağacının kabuğunda. Bunu yaparken kendine seçtiği yollardan biri de İstanbul’u tanınmaktı. Onun bu sözleri de geçtiği yolları anlatır nitelikte: “İstanbul’da doğmadım ama İstanbullu oldum. İstanbul’da yaşayıp da bir türlü İstanbullu olamayanlara, bir türlü İstanbul’u yaşayamayanlara hep acıdım, onları hiç anlayamadım. İstanbul’u geçmişte bırakıp, nostalji feryatlarına katılmadan elde kalanlarla yetinmeye, onları keşfetmeye çalıştım... İstanbul erguvanlarının, mimozalarının açıp açmadığını izlemek; kasım sakalarının gelip gelmediğini, bülbüllerin ötüp ötmediğini gözlemek; Boğaz′da lüfer avına, mehtaba çıkmak; bir eski İstanbul tadını yakalamak için köşe-bucak dolaşmak; bir eski İstanbul Efendisi′nin sohbetine koşmak; İstanbul′un anıt ağaçlarının ölçüsünü almak; Haliç′teki son kayıkçıyı, son Bulgar sütçüyü, son İstanbul bostanlarında ne ekildiğini takip etmek; İstanbul sularını tatmak; İstanbul′da güzel sesli bir müezzinin ezanına kulak vermek; Ramazan’da bir hafız efendinin İstanbul usûlü okuduğu Kuran-ı Kerim tilavetini dinlemek... gibi İstanbul’da yaşama sanatının bütün gereklerini yapmaya gayret ettim.”

#Halûk Dursun
#İstanbul
#Osmanlı
5 yıl önce