
Baran Saldanlı’nın ikinci kitabı “Sonsuzluğun Eşiği” Destek Yayınları’ndan çıktı. Bilinç, hakikat ve ilahi akış üzerine bir içsel yolculuğa davet eden kitap, bilimsel bakış açısını tasavvufun derinlikleriyle birleştiriyor. İlk kitabı “Varım! Ama Neden?” ile bilimsel teoriler ve kutsal metinler ışığında varoluşun kökenlerini irdeleyen Saldanlı, bu kez kalbe hitap eden, tasavvufi ve felsefi bir yolculuk sunuyor. Tefekkürün pasif bir düşünme biçimi olmadığını belirten Saldanlı, kişiyi Allah’a ulaştıran bir düşünme biçimi olduğunu söyledi.
Varoluşun rüya gibi işleyen doğasını anlatıyorum. Tüm evrenin, tek bir bilincin, yani Hakk’ın kendini farklı biçimlerde deneyimlemesinden ibaret olduğunu söylüyor. İnsanın yaşadığı dünya, bir rüya perdesi gibi. Bu rüya, Hakikat’in kendi kendini seyretme biçimi. Bizler, o rüyanın hem seyircisi hem sahnesiyiz. Bunu anlatırken tasavvufun derin öğretisini çağımızın diliyle, yani bilimin, felsefenin ve psikolojinin kavramlarıyla harmanladım.
İlk kitabımda insanın aklıyla hakikate yaklaşabileceğini, hatta o kapıya kadar gelebileceğini fark etmiştim. Ancak o kapıdan içeriye girebilmek için artık aklın değil, gönlün rehberliğine ihtiyaç olduğunu gördüm. Çünkü akıl, insanı bilgiye ulaştırır ama bilgi, deneyime dönüşmediğinde kuru bir kabuktan ibaret kalır. Bunu belirtmek için Peygamber Efendimiz (sav) “Amelsiz ilim meyvesiz ağaç gibidir” benzetmesini yapmıştır. Bu kitapta bilginin ötesine geçip sezgiye, yani kalbin derin idrakine ulaşmayı anlatmak istedim...
DENEYİMLEMEK İNANCI KEMALE ERDİRİR
İman, gerçekten de kalpten gelen bir teslimiyettir ancak tasavvufa göre iman yolun başıdır, sonu değil. Çünkü iman, “inanmak”tır, “yakîn” ise “bilmektir”. Kur'an’a göre insanın kemale ermesi için Allah’a yaklaşmaya çalışması esas amaçtır. Kur’an’da Hz. İbrahim’in, “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster ki kalbim tatmin olsun.” (Bakara, 260) duası vardır. Bu ayet bize, görerek bilmenin, yani deneyimlemenin, inancı kemale erdirdiğini öğretir. Benim amacım, imanla başlayan bu yolculuğu, bilimin ışığında deneyimsel bir idrake taşımaktı.
TASAVVUF DİNİN KALBİDİR
Tasavvuf, dini bir inanç olmaktan çıkarır ve onu bir yaşantıya dönüştürür. Dini sadece kurallar ve ritüeller bütünü olarak görmek, kalbi devre dışı bırakır. Oysa tasavvuf, dinin kalbidir; insanın Allah’la ilişkisinin sadece bilgiyle değil, aynı zamanda sevgiyle ve deneyimle kurulması gerektiğini söyler. Tasavvuf insana şunu öğretir: “Allah sana senden yakındır.” Yani O’na ulaşmak için dağlara, tapınaklara ya da özel yerlere gitmeye gerek yoktur; önemli olan kendi kalbine inmeyi öğrenmektir.
DÜŞÜNEN DE DÜŞÜNÜLEN DE ‘O’
Tefekkür, anda kalmak ve meditasyon birbirinden ayrı gibi görünse de aslında aynı bilinç hâlinin farklı yönlerini anlatır. Tefekkürün de meditasyonun da kelime anlamları “derin düşünmek”tir. Derin düşünmek ise düşüncenin derinine, yani kaynağına inmektir. Bunun için meditasyon, zihni dış dünyadan çekip kendi kaynağına yöneltir; tefekkür ise bu yönelmenin Allah merkezli bir versiyonudur. Yani meditasyonda kişi kendi farkındalığına odaklanır, tefekkürde ise o farkındalığın arkasındaki İlahi Zât’a. İşte o noktada tefekkür, pasif bir düşünme değil, varoluşun kendisini temaşa etme hâline dönüşür. Bu farkındalıkta insan, sadece düşünen biri olmaktan çıkar; düşünenin de düşünülenin de ‘O’ olduğunu idrak eder.
YAZMAK TEFEKKÜRÜN BAŞKA BİR BİÇİMİ
Evet, kitabı belli bir farkındalıkla yazmaya başladım ama yazım süreci ilerledikçe fark ettim ki bu farkındalık katman katman derinleşiyor. Bir noktadan sonra artık ben kitabı yazmıyor, kitap beni yazıyordu. Her cümlede, her paragrafta, anlatmak istediğim şey bir anda daha derin bir açılıma neden oluyordu. Anladım ki yazmak, aslında tefekkürün başka bir biçimiymiş. Dolayısıyla bu kitap, sadece okuyucuya değil, bana da hizmet etti diyebilirim.









