Darbe günlükleri

Ayşe Hür
00:0021/05/2007, الإثنين
G: 21/05/2007, الإثنين
Yeni Şafak
Darbe günlükleri
Darbe günlükleri

Ülkeyi onlarca yıl geri götüren 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan müdahalelerinin bu tür dejenerasyonun sonucu olduğu açıkken ne siviller, ne de askerler, TSK'nın esas görevinin 'ülke ve toplum bekçiliği' olduğunu anlayabilmiş değiller.

Ordu içinde Demokrat Parti (DP) iktidarına yönelik ilk örgütlenmeler, “Tek Parti” döneminin bitmesinden sadece 4 yıl sonra, 1954 yılı sonunda, Tuzla Uçaksavar Okulu'nda, Yüzbaşı Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay tarafından kurulan grup ile 1956 yılında Yıldız Harp Akademileri'nde kurulan Atatürkçüler Cemiyeti'dir. Ankara'da ise kurmay Albay Talat Aydemir ve Sadi Koçaş'ın etrafında toplanan iki ayrı grup vardı. Ankara ve İstanbul ekipleri 1957 yazında, Üsküdar'da, bir zamanlar Mahmut Şevket Paşa'nın da oturduğu bir evde, silah üzerine yemin ederek güçlerini birleştirdiler. Dündar Seyhan “Orduda ıslahat yapacağız diyoruz. Bunun için çalışıyoruz, hazırlanıyoruz. Ama dava ordudaki ıslahatla halledilemez. Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lazım. Politikacıların tutumu ortada. Onların bir şey yapacağı yok. Bu bakımdan yakında hükümeti bertaraf etmemiz bahis konusu olabilir. Hazırlıklarımızı bir ihtilale göre geliştirmeliyiz. Bunun için gerekirse kan dökmekten çekinmemeliyiz. Kan dökülecekse dökülür, başka çare yoksa hem de çok dökülür....” diyerek ne kadar kararlı olduklarını gösteriyordu. (Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşkun, İhtilalin İçyüzü, s.40.)

DP'nin galibiyetle çıktığı 1957 seçimlerinden sonra, Cumhurbaşkanı Bayar'ın başlattığı bir soruşturma sonunda, bu gruplardan dokuz asker, “ihtilal yapmaya teşebbüs” suçuyla yargılandılar ancak, delil yetersizliğinden beraat ettiler. Ardından Sadi Koçaş Londra'ya, Dündar Seyhan Washington'a, Talat Aydemir ise Kore'ye gönderilerek (güya) etkisiz bırakıldılar. Diğer güçlü isim Osman Köksal'ın Muhafız Alay Komutanlığı'na atanması ile önderlik kıdemli olmasından dolayı Albay Alparslan Türkeş'e kalmıştı. 1960'a gelindiğinde, CHP'lilere karşı Adana, Uşak ve Kayseri'de yaşanan olaylardan sonra İsmet İnönü Meclis'te şu ünlü sözlerini sarf etti: “Şartlar mecbur ettiğinde ihtilal milletlerin meşru hakkıdır!” 27-28 Nisan'daki öğrenci olaylarından sonra İnönü son noktayı koydu:”Böyle giderse sizi ben bile kurtaramam!” Nitekim, 26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan gece, saat 03:00'den itibaren ordu yönetime el koydu.

14'LER OLAYI

27 Mayıs sabahı radyodan okunan bildiriye bakılırsa, darbecilerin niyeti yönetimi en kısa zamanda sivillere bırakmaktı. Ama o gün radyoda davudi sesiyle bildiriyi okuyan dönemin “kudretli albay”ı Alparslan Türkeş ve 13 arkadaşının planları başkaydı. “14'ler”, askeri yönetimin en az dört yıl, gerekirse daha fazla sürmesini istiyorlardı. Neyse ki, 38 üyeli Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) “ılımlı” kanadını oluşturan Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu ekibi galip geldi de “14'ler”, 13 Kasım 1960'de, ellerine tutuşturulan sarı bir zarftan, “artık hizmetlerine ihtiyaç kalmadığını” ve çeşitli ülkelere elçilik müşaviri olarak atanacaklarını öğrendiler.

“Radikaller” güya tasfiye edilmişti ancak, Aralık'ta faaliyete geçen Kurucu Meclis'in hazırladığı Anayasa, 9 Temmuz 1961'de halk oylamasında yüzde 60.4 kabul, yüzde 39.4 ret oyu alınca, “ılımlılar” bile, 27 Mayıs'ın boşuna yapılmış olduğunu düşünmeye başladı. “Bu çocuk sakat doğdu!” sözleri kulaktan kulağa yayılıyor ve ordu içinde yeni örgütlenmeler boy veriyordu. Bunlardan en önemlisi İstanbul'da Refik Tulga ve Faruk Gürler'in kurduğu grup ile Ankara'da Talat Aydemir'in kurduğu Mürted grubunun birleşmesinden oluşan Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) idi. Öyle ki, 4-5 Haziran 1961 tarihinde, bir tayin krizinden sonra Ankara semalarında alçak uçuş yapan jetlerin desteğinde verilen bir muhtıra ile SKB, MBK'yi denetler hale gelmişti. Dahası, 15 Ekim 1961'de yapılan seçimlerde DP'nin devamı gibi görülen Adalet Partisi (AP) oyların yüzde 34,7'sini; Yeni Türkiye Partisi (YTP) yüzde 13.6'sını alarak toplamda, yüzde 36.7 oy alan CHP'yi geçince, SKB mensubu 7 general, 4 amiral ve 27 albay, TBMM açılmadan üç gün önce, 21 Ekim 1961'de, Harp Akademileri'nde bir toplantı yaparak seçimlerin iptal edilmesine, siyasî partilerin ve MBK'nin dağıtılmasına ve bir askerî rejimin kurulmasına karar vermişlerdi. Neyse ki bu istekler Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ve yakın çevresi tarafından benimsenmedi de Meclis, 25 Ekim 1961'de kazasız belasız açıldı.

İkinci kriz ertesi gün yaşandı. AP'nin bir kanadı tarafından desteklenen Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, generaller Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından öyle bir tehdit edildi ki sadece adaylıktan çekilmekle kalmadı, senatörlükten istifa ederek yurtdışına gitti. Böylece arkasında ordunun açık desteği ve tek aday olarak seçime giren Cemal Gürsel, oylamaya katılan 607 üyenin 434'ünün oyunu alarak cumhurbaşkanı oldu. Ardından CHP'nin liderliğinde, AP, YTP, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve bazı bağımsızların katıldığı bir koalisyon hükümeti kuruldu.

Ancak, cuntacı kesimleri yatıştırmak kolay değildi. Hele de, Talat Aydemir gibi hazırlayıcısı olduğu 27 Mayıs'ın nimetlerinden mahrum kalan birilerini. Nitekim, 9 Şubat 1962'de Balmumcu Kışlası'nda toplanan albay ve daha üst rütbeli 59 subay tarafından alınan bir karar uyarınca Talât Aydemir ve arkadaşları, 22 Şubat 1962 günü Ankara'da darbe yapmaya kalkıştılar. Ancak hareket, İnönü hükümetinin ustaca manevrası ile kansız sonlandırıldı. Olaydan sonra İsmet İnönü “Harbiyeli aldatılmıştır” diye, darbecileri mazur göstermeye çalışırken, İstanbul'a izinli gelen Harp Okulu öğrencileri Taksim'deki anıta “Harbiyeli aldanmaz!” yazılı çelenk koyarak, adeta sivillere meydan okuyorlardı. Bu cüretkarlık görmezden gelindi ve “darbecilere geleneksel hoşgörü” kapsamında, Aydemir de dahil olmak üzere, 69 subay ve 4 astsubayın emekli edilmesiyle yetinildi. Bu kişiler 30 Nisan 1962'de çıkarılan yasa ile her türlü kovuşturmadan muaf tutuldular. Hoşgörünün çare olmadığı yakında anlaşılacaktı, çünkü darbe hevesi yarım kalan Aydemir, “olmuştur, ama bitmemiştir” diye tarif ettiği 27 Mayıs'ı devam ettirmeye kararlı idi. Sürgünden dönen “14'ler” ve Hava Kuvvetleri'ndeki “11'ler” ile yapılan görüşmelerde kendi liderliğinde ısrarlı olan Alparslan Türkeş ve arkadaşları ile yollar ayrıldıktan sonra Aydemir ve arkadaşları 20/21 Mayıs 1963 gecesi tekrar harekete geçti.

RADYO SAVAŞLARI

Parolaları, Arnavutluk'un kaybedilmesine kızarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne (İTC) muhtıra veren “Halaskâr Zabitan” grubundan mülhem “Halaskâr”, işaretleri İTC'nin “hainlere cezasını vermek için” kurduğu gizli örgütten mülhem “Fedâiler” idi. İlk hedefleri Ankara Radyosu olan darbeciler, bildirileri, nöbetçi spiker Müberra Yetkin'i sandalyesinden kaldıran üsteğmen İhsan Baş tarafından 24.00'de okunmaya başladığında “ bu kez başardık!” diye birbirine sarılmışlardı. Ancak Alparslan Türkeş tarafından “bizim Talat darbe yapacak” diye uyarılan hükümet ve ordunun yüksek komuta kademesi bu sefer hazırlıklıydı. İki adamıyla radyoya el koyan 28. Tümen Kurmay Başkanı Yarbay Ali Elverdi, İhsan Baş'ın elinden kaptığı mikrofonda hükümetin duruma egemen olduğunu, ordunun da hükümetin emrinde olduğunu söyleyince, Aydemir ve arkadaşları ilk şoku yaşadı. Ancak kısa sürede toparlanıp Elverdi'yi Harp Okulu'na hapsettiler. Radyoda bu sefer Aydemir'in adamı Üsteğmen Erol Dinçer'in “Büyük Türk milleti, hiçbir şahıs, zümre ve parti adına hareket etmeyen yalnız milletine karşı borçlu olduğu vazifesini yapan senin 'Silahlı Kuvvetler'inin zaman zaman yayınlayacağı bildirileri tam bir vakar, huzur ve güvenlik içinde bekle. Halaskâr Fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hizmetindedir!” diyen sesi yükseliyordu. Bu garip bildiri savaşını izleyen halk şaşkınlık içindeydi. O sırada Ankara semalarında iki tarafın jetleri uçuyor ve karşı tarafın mevzilerine makineli tüfek atışı yapıyordu. Bilanço 8 ölü ve 26 yaralı oldu.

Hükümetin Ankara Radyosu'nun yayınını teknik bir müdahale ile kesmesinin ardından Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın üssü olan Etimesgut'tan Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın “Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin emrindedir. Kara, deniz, hava ve jandarma komutanlıkları hükümeti desteklemektedir. Talât'ın üç beş adamı hüsrana uğrayacaktır. Maceraperestler muvaffak olamayacaklardır ve cezalarını göreceklerdir. Bunlar toplanmaktadırlar” sesi yükseldi. Ortada tank falan yoktu ama karacı subaylarda çözülme başlamıştı bile. Daha sonra Aydemir şöyle diyecekti: “Tek bir radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur.”

CHP'NİN SIKIYÖNETİM SEVDASI

İsmet İnönü'nün "şerefsiz sergüzeştçiler" dediği Talat Aydemir'in teslim olması, Fethi Gürcan'ın yakalanması darbeciler için sonun başlangıcı oldu. 22 Mayıs günü İsmet İnönü Meclis'ten İstanbul, Ankara ve İzmir'de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan etmesini talep etti. Sıkıyönetim görüşmeleri sırasında CHP, YTP, CKMP ve bağımsızlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti ve AP liderliğindeki muhalefet görüş ayrılığı yaşamadı çünkü hepsi de "rejimin teminatının ordu olduğunda" hemfikirdiler. Garip olan, rejiminin köküne dinamit koyan darbecilerin ordunun parçası olduğunu unutmuş olmalarıydı. Tek sivil duruş CKMP Uşak Milletvekili Ahmet Tahtakılıç'tan geldi. İtirazlara rağmen sıkıyönetim tam yedi kez uzatıldı. İstanbul ve Ankara 14 ay, İzmir 5 ay sıkıyönetim altında yaşadı. Gazetelere, "72 puntodan büyük manşet, sürmanşet, dişi klişe, espaslı manşet, dört sütundan büyük resim kullanmak" yasağı getirildi, yasaklara uymayanlara 37 dava açıldı. 17 Kasım 1963 yerel seçimleri ile 7 Haziran 1964 kısmi senato seçimleri bu koşullar altında yapıldı.

Darbeye katıldıkları gerekçesiyle yargılanan 151 kişiden, 7'si (Talât Aydemir, Fethi Gürcan, Erol Dinçer, Osman Deniz, İlhan Baş, Cevat Kırca, Ahmet Gücal) ölüm cezasına çarptırıldılar. TBMM uzun tartışmalardan sonra iki kişinin cezasını onadı ve Talat Aydemir 27 Haziran 1964'de Fethi Gürcan ise 5 Temmuz 1964'de, sabaha karşı idam edildiler. (Fethi Gürcan'ın sonunu “Ben ihtilalciyim. Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım. Benim giremeyeceğim garnizon yoktur. Girdiğim garnizonu da harekete geçirir ve ihtilal yaparım” lafları getirmişti.) 99 sanık da 15 yıl ile 3 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. 1459 Harp Okulu öğrencisinin okullarıyla ilişkisi kesildi, bunlardan 75'i ceza aldı. Ancak, daha sonra bu öğrenciler için özel bir af çıkarıldı ve yüksek öğretim kurumlarına kaydolmalarına olanak sağlandı.

ASKERİN GÖREVİ

Tarihsel açıdan bakıldığında, İTC'nin “içtimai tabip” misyonunu en çok içselleştiren kurum olan TSK, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sadece bir baskı aygıtı olmakla kalmadı, ulus-devletin inşa sürecinde eksik kurumsallaşmanın doğurduğu ideolojik boşlukları doldurma işlevini de gördü. Kemalist seçkinler “Batılılaşmacı-modernleşmeci” ideallerini gelecek kuşaklara aktarmada, en az siyasetten, en çok ordudan medet umdular. Halbuki, 27 Mayıs 1960 darbesi, TSK'nın boğazına kadar siyasete batmasının milâdı idi. Esas olarak yüksek komuta kademesi tarafından cesaretlendirilen “Genç Subaylar” denilen maceracı kesimlerin örgütlediği bu “özde” darbeyi izleyen iki “sözde” darbe ise, hem İTC'nin “komitacılık” hastalığının hâlâ sürdüğünü, hem de bu hastalığın orduyu nasıl dejenere edebileceğini gösteren çok aydınlatıcı örnekler oldu. Bugün yine başa dönmüş durumdayız. Ortada yine “Genç Subaylar darbe yapabilir” lafları dolaşıyor. Geçmiş tecrübeleri ve yüksek komuta konseyinin “muhtıra” kıvamındaki son konuşmalarını birleştirince bu tehditten korkmamak mümkün değil. Garip olan ise, ülkeyi onlarca yıl geri götüren 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan müdahalelerinin bu tür dejenerasyonun sonucu olduğu açıkken ne siviller, ne de askerler, TSK'nın esas görevinin “rejim bekçiliği” değil, “ülke ve toplum bekçiliği” olduğunu anlayabilmiş değiller. TSK'ya musallat olan bu çarpık zihniyeti, “balans ayarı”, “rot ayarı” gibi metaforlarla hafifsemek yerine, orduyu siyasetten uzak tutmanın yollarını bir an önce bulmamız gerekiyor.

* Araştırmacı - Yazar