|

Geyikli geceyi kurtarmak ya da kurtarmamak

Polonyalı Yazar Olga Tokarczuk’un “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” romanı Timaş Yayınları arasında Türk okuruyla buluştu. Edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden Man Booker ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü aynı yıl kazanan yazar, yeni romanında insanlar ve hayvanların ilişkisine felsefi bir bakışla yaklaşıyor.

Arzu Şahin
04:00 - 15/02/2020 Cumartesi
Güncelleme: 23:17 - 14/02/2020 Cuma
Yeni Şafak
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde Olga Tokarczuk Çev. Neşe Taluy Yüce Timaş Yayınları 304 Sayfa 2020
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde Olga Tokarczuk Çev. Neşe Taluy Yüce Timaş Yayınları 304 Sayfa 2020

Polonyalı Yazar Olga Tokarczuk Akademi’nin bir takım skandallar nedeniyle 2018 yılında vermediği Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir yıl sonra 2018 adına almış bir yazar. Ayrıca 2018 yılında “Flights” adlı kitabıyla Man Booker Ödülü’nü de kazandı. Dolayısıyla 2018 yılı Tokarczuk’a iki ödül birden getirerek her yazarın hayali olabilecek bir noktaya taşıdı. Yazarın son kitabı “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” Timaş Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. İlk şaşkınlığım kitabı elime aldığımda kapağında gördüğüm “2018 Nobel Edebiyat Ödülü” ifadesi oldu. Zira Olga Tokarczuk ismini ilk kez duyuyordum. İster istemez beklentim üst düzeye çıktı ve büyük bir merakla okumaya başladım.

Yazarımız “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” romanında yanına yoldaş olarak ünlü şair William Blake’i almış. Öyle ki kitabın ismi de şairin bir dizesinden alıntı. Kitap, kahramanımız Janina’nın iki komşusuyla yaşadığı Varşova’daki yazlıklarda başlıyor. Yazlıkçıların bölgeyi terk etmesiyle kışın zor koşularını birlikte göğüsleyen üç ihtiyar Janina, Garip ve Koca Ayak oluyor. Açılış sahnesinde karlara bata çıka Koca Ayak’ın evine giden Janina ve Garip pek sevmedikleri komşularının cesediyle karşılaşıyor. Garip polise haber vermek için tepeye çıktığında Janina hayatına yön verecek bir fotoğrafla karşılaşıyor ve sonra olaylar okura sürpriz sonu hissettirmeden alttan alta hızla gelişiyor.

AVA GİDEN AVLANIYOR

Yaşlı Janina’nın hayatını ve felsefesini yavaş yavaş öğreniyoruz. Kahramanımızın en büyük tutkusu çocukları gibi gördüğü hayvanlar ve her insanın kaderinin yazılı olduğuna inandığı yıldız haritaları. Kışın kendine yarattığı iş ise bölgedeki yazlıkları kontrol edip sahiplerine sağ salim teslim etmek. Bir de kasabadaki okulda eğitim gören çocuklara İngilizce dersi vermek. Janina’nın hayvanlarla kurduğu ilişki romanın asıl meselesini oluşturuyor. Avcıların bölgesi olan kasabada Koca Ayak’ın ölümünden sonra başka ölümler de peş peşe geliyor. Janina bu ölümlerin hayvanlar tarafından işlenen cinayetler olduğunu savunuyor. Kendisine “deli” diyenlere aldırmadan avlanmanın insani olmadığını bulduğu her fırsatta anlatıyor.

“Nasıl bir dünya bu? Birinin gövdesi ayakkabı, köfte, sosis veya yatağın önüne serilen halı oluyor, birinin kemikleri çorba yapmak için kaynatılıyor... Birinin karnından ayakkabılar, kanepeler, çantalar yapılıyor, birinin kürküyle ısınılıyor, birinin eti yeniyor, küçük parçalara bölünüp, yağda kızartılıyor. Dahice felsefelere ve teolojilere birçok düşünce uygulanmış olmasına rağmen, bu felaket, bu kitle katliamı, zalimce, ruhsuz, otomatik olarak, vicdanlar sızlamadan, bir an bile düşünmeden sahiden de gerçekleşiyor mu? Öldürmenin ve acının ilke olduğu nasıl bir dünya bu? Bizim neyimiz var?”

HAYVANLARA YAKŞLAŞIM O ÜLKEYİ TANIMLAR

Janina’nın en iyi dostu olarak göreceğimiz Dyzio ise tam bir Blake hayranı. Onun şiirlerini yaşlı kadınla birlikte çeviriyorlar. Aralarındaki diyaloglar Janina’nın dünyasını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Hayvanları acımasızca öldüren bir toplumun iflah olmayacağının altını çizen kahramanımızın şu sözleri kulağımıza küpe olacak nitelikte: “Hayvanlar, yaşadıkları ülke hakkındaki gerçekleri gösterir,” dedim. “Hayvanlara olan yaklaşım yani. İnsanlar Hayvanlara vahşice davrandıklarında, hiçbir demokrasi biçimi onlara yardımcı olmaz, aslında hiçbir şey yardımcı olmaz.”

GEYİĞİN BAŞINDA İSA’YI GÖREN AZİZ

Dünyayı geniş ve ferah bir mezara benzeten Janina, insanlığın kendi eliyle yarattığı bunca ıstırabın içinde neden hayvanlara bu kadar önem verdiğini kimseye anlatamıyor. Ancak o savunduğu değerlerden bir an için vazgeçmiyor. Kitapta zirveye çıkan en önemli sahnelerden biri Kilise’de düzenlenen “Aziz Hubert” günü oluyor. Avcıları koruyan azizin hikayesini aktarıyor önce. “Hubert, henüz aziz değil ve işe yaramazın teki, bir serseri. Avcılığa hayran. Öldürüyor. Ve bir gün, av sırasında, öldürmeye çalıştığı geyiğin başının üstünde, çarmıhtaki İsa’yı görüyor. Dizlerinin üstüne çöküyor ve dine dönüyor. Şimdiye kadar ne çok günah işlediği aklına geliyor. Böylece öldürmeyi bırakıyor ve bir aziz oluyor.” Öldürmekten vazgeçen bir azizin nasıl avcıları koruduğuna inanılıyor diye kendi kendine söylenen Janina, ava methiyeler dizen papazın vaazının ortasında isyan bayrağını göndere çekiyor. Kiliseden atılan yaşlı kadın toplumdan da tecrit ediliyor.

KENDİNE ANLAM HARİTALARI ÇIKARAN İNSAN

Polisiye ile felsefenin harmanlandığı “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” okuru hayvanlar üzerine yeniden düşünmeye sevkediyor. Yaşlı kadınla birlikte dağların tepelerin ormanların içinde yürüyüp insan olmak ile hayvan olmak arasındaki ince çizgiyi gördüğünüzü düşünüyorsunuz. Yazar, yalın üslubu, sahici anlatımı ile okurun kalbini çalarken, insanı insan yapan değerleri yeniden hatırlatıyor. “Biliyor musunuz, bazen kendimiz için ürettiğimiz bir dünyada yaşıyormuşuz gibi geliyor bana. Neyin iyi, neyin kötü olduğuna biz karar veriyoruz, kendimize anlam haritaları çiziyoruz... Sonra da, tüm yaşamımızı kendimiz için planladığımız şeyle mücadele etmekle geçiriyoruz. Sorun şu ki her birimizin kendi uyarlaması olduğundan, insanlar birbirini anlamakta güçlük çekiyor.”

Dünyanın dengesi hiç oldu mu bilinmez ama kıyamet senaryolarına hiç olmadığı kadar yakın olduğumuz ortada. Sadece kendi ürettiğimiz savaşlar, yıkımlar, cesetler değil felaketimizin sebebi. Kestiğimiz ağaçlar, türlerini yok ettiğimiz hayvanlar, çölleştirdiğimiz topraklar da intikamını alıyor bir şekilde. Tüm varlıkların efendisi olduğuna inanan insanın ona “insan” olma vasfını kazandıran değerlerden kopması tüm bu kaosun temel sebebi. O nedenle son dönemde edebi metinlerin en önemli konularından biri doğayı talan etmek olarak karşımıza çıkıyor belki de. Yazarlar kehanetlerini romanlarla, hikayelerle ya da şiirlerle anlatadursun, tüm bunlardan arınıp bir çözüm bulabilecek miyiz? sorusu geliyor aklımıza. Cevabı muamma ama Edip Cansever’in “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka? dizeleri bir çıkış yolu açabilir.

#Olga Tokarczuk
#Geyik
#Edip Cansever
4 yıl önce