|

İstanbul öykülerinde bahar

Öykü dünyasında İstanbul’da bahar anlatılırken, hem ilk gençlik, diriliş, rüya ve coşku imgeleri etrafında hem de somut olarak bir mevsim olarak gündeme getirilmiştir. Öykülerde bahar herkes için hasrettir, hayaldir, güzelliktir. Bu yüzden hep umutları ve rüyaları çağrıştırır. Öykülerinde bu ay İstanbul’da baharın izini sürdük.

Necip Tosun
04:00 - 15/05/2021 Cumartesi
Güncelleme: 06:49 - 15/05/2021 Cumartesi
Yeni Şafak
İstanbul demek dünyanın en güzel şehri demek. Kültür demek, tabiat demek, tarih demek. Bahar ve İstanbul’un birleşmesi ise mucize demek.
İstanbul demek dünyanın en güzel şehri demek. Kültür demek, tabiat demek, tarih demek. Bahar ve İstanbul’un birleşmesi ise mucize demek.

Bahar demek bir uyanış, bir canlanma, bir yenilenme demek. Renk renk çiçekler demek, tabiatın coşkusu demek, papatya demek, erguvan demek, lale demek, çayır, çimen demek. İnsanın, tabiatın yenilenişi demek. Uykudan uyanış, dünyaya merhaba demek. Bahar açmak demek, güzellikler sergilemek demek. Her zaman başlangıç, ilk adım demek. Tazelik ve saflık demek.

İstanbul demek dünyanın en güzel şehri demek. Kültür demek, tabiat demek, tarih demek. Bahar ve İstanbul’un birleşmesi ise mucize demek. Güzelliğin bir şehri süslemesi demek. Onu bir mucizeye dönüştürmek için tabiatın söz alması demek. Rüyaların geçici de olsa hayata sızması demek. Şehrin ve tabiatın bir neşe çığlığı atması demek. Soğuğa, kışa, kapanmaya sabretmenin kabul olmuş duası demek.

Öykücülüğümüz de bu iki güzelin buluşmasını hikâyelere taşımış, emsalsiz güzellikler ortaya koymuştur. Öykü dünyasında İstanbul’da bahar anlatılırken, hem ilk gençlik, diriliş, rüya ve coşku imgeleri etrafında hem de somut olarak bir mevsim olarak gündeme getirilmiştir. Öykülerde bahar herkes için hasrettir, hayaldir, güzelliktir. Bu yüzden hep umutları ve rüyaları çağrıştırır.


ÖMER SEYFETTİN’İN ÖYKÜSÜNDE BAHAR

Ömer Seyfettin’in “Bahar ve Kelebekler” adlı öyküsü Türk edebiyatının en güzel bahar öykülerinin başında gelir. Bu öyküde Ömer Seyfettin Batılılaşmanın “şaşkın ve muzdarip” bir hâle getirdiği genç kızları bahar imgesi üzerinden anlatırken, ideal Türk kadını prototipi oluşturmaya çalışır.

Gençlik bahar ile özdeşleştirilirken, ihtiyarlık baharı yaşayamama olarak simgelenir. Öykünün kahramanlarından genç kız kendi milletini kötüleyen kitaplar okumakta baharı yaşayamamaktadır. Büyüknine ise buna itiraz eder. Büyüknine ve genç kız okuduğu kitap üzerine tartışırlar. Kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları salona gelmektedir. Bahar öykünün girişinde şöyle tasvir edilir: “Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu. Saf ve maî bir sema. Çiçekli ağaçlar. Cıvıldayan kuşlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor ve fark olunmaz sisler altındaki dağlar... Korular, beyaz yalılar... Ve bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havaî hakikati gibi uçan martı sürüleri!”

Genç kız elinde karamsar kitapla dışarıdaki bahardan habersizdir. Nine buna isyan eder: “Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... Gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz. Meselâ bahar... Ah! Siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi biz hep bahçelere dökülürdük.”

Büyüknine, genç kıza bahar geldiğinde oynadıkları bir kelebek oyunundan söz eder: “Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı. Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmağa, yapraklar yeşillenmeğe, çimenler baş göstermeğe başladı mı bizim gözlerimiz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu tecessüs ederdik. Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek saadete, talihe... Pembe kelebek sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek kedere ve hastalığa... Siyah kelebek felâkete, matem ve ölüme delâlet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk ve bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semaîler okurduk…”

Sonra ikisi pencerenin kenarına gelir coşmuş tabiata bakarlar: “Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı ve sıcak bir aydınlıkla parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, başka âlemlere akıp giden ebedî ve nihayetsiz bir gümüş nehrine benzemişti. Ağaçların ufak ve koyu yeşil yaprakları haz ve hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini, bir peri payitahtını andırıyordu.”

Genç kızın isteği üzerine büyüknine ile genç kız dışarı bakıp bahtlarındaki kelebeği ararlar. Büyüknine sarı ve siyah kelebeği görür. Yani kederi, ölümü ihbar eden kelebeği… Genç kız da elindeki kitabı, siyah, ölüm kelebeği gibi görür. Genç kız, aynı zamanda evin etrafında da siyah kelebeği görecektir.


NAHİT SIRRI ÖRİK’İN İSTANBUL’UNDA BAHAR

Nahit Sırrı Örik’in “Şair Necmi Efendinin Bahar Kasidesi” öyküsünde İstanbul’da bir bahar hikâyesi anlatılır.

Eşi Gülfam Hanım’ın da baskısıyla dönemin Sadrazam’ına bir kaside yazmak zorunda olan Necmi Efendi kasideyi bir türlü yazamaz. Ancak baharın gelişiyle birlikte her şey değişir. Öyküde İstanbul baharları bir simge olarak kullanılırken, onu hissetmenin, yaşamanın bile şaire etki edeceği aktarılır: “Henüz İstanbul seması bulutlarla kaplı, rüzgârları soğuk ve keskin de keskindi. Fakat bilinmez nasıl bir şey baharın gelmiş olduğunu anlatıyor, keşfettiriyordu. Rüzgârda mı, havada mı, ağaçların çıplak dallarında mı, toprakta mı, herhalde bir yerde ve herhalde bir şey vardı ki, artık baharın gelip yetişmiş bulunduğunu ve birden bire meydana çıkarak eskimiş bir dünyaya sanki birinci baharın tazeliğini ve saflığını vereceğini anlatıyordu. Her tarafa süzülüp giren ve henüz hiç bir yerde gözle görünmeyen ve gözde seçilmeyen bu bahar, çok güzel ve taze bir şeydi. Kalp sevgi ile bütün dolmuş olduğu halde, lisanın bunu henüz kendi kendine bile ikrar etmediği o leziz tereddüt ve şüphe anları kadar güzel, bakir ve mest edici bir şeydi.”

Necmi Efendi baharı hissederek, yaşayarak şiire döner: “Şimdi kalemi bir kuş tüyü kadar hafif olmuştu. Mürekkebinden her rengin tılsımları dökülüyor, bulup kullandığı sözlerde her sesin akisleri dökülüyordu. Bahar binbir kokusu ile taze rüzgârları, taze ışıkları, taze yağmurları ile kasidesinde baştan başa yaşıyordu. Bu bir bahar kasidesi, baharın kasidesi idi. (...) Yazdı yazdı. Yakuttan, zümrütten, elmastan ve inciden nihayetsiz bir zincir gibi, kelimeler, fikirler, teşbihler birbirlerini velyederek ruhundan ve beyninden mütemadiyen kalemine ve kâğıda iniyorlardı.” Necmi Efendi baharın coşkusunu içinde hissetmekte, baharı âdeta kelimelerde sembolleştirmektedir. Baharın renklerini, kokularını, rüzgârların ilahî yelpazelerini kelimelere dökmektedir. Baharı, kendisini yeniden yaratırken aslında son yazdığı şiir olduğundan habersiz yazmakta, yazmaktadır.


SAİT FAİK DEMEK İSTANBUL DEMEK

Sait Faik, kelimenin tam anlamıyla bir İstanbul öykücüsüdür. Onun öykülerinin pek çoğu, İstanbul’u ve insanlarını bir zaman diliminde donduran fotoğrafik öykülerdir. O ömrü boyunca, boynunda eski bir fotoğraf makinesi, akıp giden hayatı (İstanbul’u, İstanbul’un insanlarını) ölümsüzleştirmeye çalışmıştır. O İstanbul’u dolaşıp bir türlü içine giremediği insanlara (özellikle savrulmuş insanlara) dünyalar kurar öykülerinde. Sokakları, iskeleleri, istasyonları gezerek başıboşları, mutsuzları, yalnızları, kimsesizleri anlatır.

“Baharı Aramak” öyküsünde İstanbul’a gelen baharı arar. Öyküde öncelikle artık İstanbul’da baharı bulmanın mümkün olmadığını, insanın bu şehirde baharı fark etmesinin imkânsız olduğunu belirterek bunun için İstanbul’un dışına çıkmak gerektiğini belirtir. Baharı fark etmek artık sadece hayallerde mümkündür: “Yani bahar artık şehirlilere bir realite değildir. Bir hayaldir, belki bir kış günü ortalık poyrazla ve tipi ile altüst olurken bile gözümüzü kapayıp bir pastanede onu düşünebiliriz. Biz şehirliler artık böyle mahlûklar olduk!”

Bahar artık hayallerde, şiirlerde, resimlerde yaşamaktadır. İstanbul’da baharı hatırlatan şeyler aslında sanat ve edebiyattan alınmadır: “Apartmanın avuç içi kadar bahçesindeki erik ağacı, Beyoğlu’nda akşamları dolaşan bir Rus kadının yaptığı ve satın aldığım bir yapma ağaçtır. Vapurla geçerken Boğaziçi sırtlarındaki kuytu ağaçlıkları ise şair Bedri Rahmi yapmış veya Yahya Kemal yazmıştır. Yoksa böyle bir şey yoktur!”

Tüm mevsimler gibi bahar da fikri bir şeydir, aslında bahar yoktur. Bahar insanların içindedir, çoğu baharın içinde yaşasalar bile baharı fark edemezler. Önemli olan baharı aramak değil baharı getirmektir. Baharı kendine insan getirir. Oysa bahar İstanbul’a gürül gürül gelmelidir: “Taksim bahçesine daldım. Bahar, uyumuş, bir bebeğin gözbebeğinde… Köprü’ye vardım. Üsküdar’ı seyreden serseri, neşeli idi. Bahar İstanbul’a başka yerlerde olduğu gibi bir su hücumu şeklinde değil, tek tük geliyor. Ziyanı yok gelsin de, demeyelim. Tek tük gelmesin. Şehrin tüm kapıları açılsın. Yedisinden yetmişine kadar, bahar geldi çocuklar, diyelim bir birimize.”

Orhan Kemal “Bir Çocuk” öyküsünde, İstanbul’da akıp giden hayatın içinde, bir nisan ayında, yoksul, kimsesiz sigara içerek Beyoğlu’nu seyreden çocuğu anlatır. Çıplak ayaklı, izmarit içen bu çocuk hayatı yolunda zenginlerin dünyasına bakar. Yoksullar için İstanbul’un baharı yoktur: “İstanbul’da on iki ayın yarısı kış yarısı yazdır. Bahar, çokluk kış ortalarına serpişmiş yazdan kalma harikulâde aydınlık, sımsıcaklardır; karakışın ortasında, karanlıklarda çakan şimşekler gibi bir an gelir, ertesi gün bu bir anlık mutluluğun öcünü almak istercesine, daha karanlık, daha gümbürtülü, daha sırılsıklam günler birbirini kovalamaya başlar. İstanbul’un baharı yoktur!”


MUSTAFA KUTLU’YLA İSTANBUL’DA BAHARI KARŞILAMAK

Mustafa Kutlu Rüzgârlı Pazar kitabında İstanbul’a baharın gelişini iğde kokusu üzerinden anlatır. İstanbul’da hissedilen iğde kokusunu, onun anlatıcıda uyandırdığı izlenimleri aktarır: “İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. Hazirana yakın, Mayıs’ın bilmem kaçı. İğde nerede: Otoların geçtiği köprü ile yayaların yürüdüğü üst geçit arasında. İğde bu. Doğrudan Anadolu demek. Yozgat, Sivas, Niğde demek. Anlaşılan o da bizim gibi gurbete çıkmış. Yoksa ne işi var buralarda. Sağ olsun, şu yıkanmış Mayıs sabahına saldığı koku mest etti bizi.” Sonra anlatıcı, mevsimlerden, çiçeklerden, gökyüzünden habersiz insanlara, tüm bu oluşların, bitişlerin, hayatın ve ölümün anlamını mevsimler, çiçekler üzerinden anlatır. Meleklerin hayata müdahalesini mevsimler üzerinden izah eder:

“Melekler sadece Duran için inmiyor yeryüzüne. İşte yine baharı patlattılar. Önce iğdeler çiçek açtı, ardından erguvanlar. Erguvanlar her yanı baygın kırmızıya boyadılar. Daha sonra akasyalar açacak; sümbüller, nergisler. Koca karaağaç yapraklarını yayacak. Kırlangıçlar saçaklara yuvalarını kuracaklar. Ballıbabalar, papatyalar, tüm kır çiçekleri, yahu burası şehrin göbeğidir; betonun, asfaltın, demirin, çeliğin mekânıdır demeden, üstlerinden gelip geçen eksoz dumanlarına, toz-toprağa aldırmadan fışkıracaklar. Beyaz bulutların arasından leylekler geçip gidecek. Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayat ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerin, ihtiraslarının peşinde kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey! Âdemoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Çiçekten, böcekten, esen yelden, gün ışığından, yağmur tanesinden meleklerin sesi gelir.”

Mevsimlerin en güzeli olan bahar, şehirlerin en güzeli olan İstanbul’a yakışır.

#Ömer Seyfettin
#Sait Faik
#Mustafa Kutlu
3 yıl önce