|

Yoldan ve araçlardan başkaca bir şey kalmayan gecenin içinde incecik “Bulunur Elbet” çalıyordu ve Tayfun, koca tırda hiç yer yokmuş gibi kapıya doğru iyice yaslanıp avuç içlerini birbirine sımsıkı yapıştırdığı ellerini bacaklarının arasına sıkıştırarak pencereden dışarıyı seyrediyordu.

“Anlatmazsan bu Romanya bulunmaz” dedi Çarli Recep. Kırk yıldır tır kullanan bu koca ustaya o meşhur dizi yüzünden değil, bir İngiliz atı yüzünden “Çarli” denilmesinin tuhaf bir hikayesi vardı. Hikaye doğru değildi aslında ama Recep’in açık açık “yok yahu, öyle bir şey olmadı” dediğini de duyan olmamıştı. Güya bir gün hipodromda at yarışlarını izleyen Recep’e “oğlun oldu” diye haber vermişler, Recep de Veliefendi’nin ahırlarından Çarli’yi çaldığı gibi dörtnala sürerek hastaneye erişmiş, Çarli’yi de hastanenin giriş kapısına bağlayıvermişti.

Tekrarladı Recep: “Sana diyorum, buradan ta Romanya’ya tır süreceğiz. Böyle sessizlikle yol bitmez.”

Yine de konuşmadı. “Bulunur Elbet”in bitmesini bekledi Tayfun. “Şu Dağlarda Kar Olsaydım” başladığında boş bulunup “insanın talihi bazen onun en kötü yoldaşına dönüşüyor Recep abi” dedi.

“Sana konuş diyende kabahat Tayfun. Filozof gibi vurduracaksın yine, anlaşıldı” dedi Çarli Recep. Aslında bu, Tayfun’a “susma, anlatmaya devam et” demenin bir yöntemiydi.

“Sana o hikayeyi anlatayım o zaman Recep abi” dedi Tayfun. Ellerini bacaklarının arasından hiç çekmeden ve kendisini sıkıştırdığı köşeden hiç ayrılmadan, bu yanıyla da son raundunda nakavt olacak bir boksöre benzediğini düşünerek, Saramago’dan okuduğu o hikayeyi aklında kaldığı kadarıyla anlatmaya başladı.

Çocuğun biri varmış abi. Okyanus kenarında yaşarmış. Her sabah okyanusun kenarına gider, ta ilerde, parlak pullu o büyük balığı görür, balıkla selamlaşırmış.

Günün birinde bir olta yapmaya karar vermiş çocuk. Tutmak istediği balık oldukça büyük olduğundan sağlam bir olta yapması gerektiğini biliyormuş. O yüzden oltayı da, misinayı da, iğneyi de olabilecek en sağlam malzemelerden yapmış. Oltayı eline alıp da o oltayla o balığı yakalayabileceğine kanaat getirdiğinde inmiş okyanus kıyısına. Her zamanki gibi selamlaşmış balıkla. Ve iğnenin ucuna herhangi bir yem takma gereği bile duymadan balığa doğru atmış oltasını. Balık, oltanın etrafında yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş ama akşama kadar bir türlü gelmemiş oltaya.

Çocuk, ertesi gün sabah yine gitmiş elinde oltasıyla okyanus kenarına. Yine selamlaşmış balıkla. Yine salmış oltasını. Balık, yine akşama kadar dönmüş oltanın çevresinde ama yine gelmemiş oltaya.

Ertesi gün, ertesi hafta, ertesi ay. Çocuk her sabah gidiyor, balıkla selamlaşıyor, oltasını okyanusa doğru atıyor, balık da akşama kadar oltanın etrafında yüzerek dolaşıyormuş.

Aradan beş ay geçmiş. Aslında zannederim Saramago, aradan kaç kaç ay geçtiğini söylemiyor Recep abi hikayede. Zaten hikaye de tam böyle değil zaten. Hatırladığım kadarını anlatıyorum.

Aradan beş ay geçmiş işte. Çocuk, her zamanki gibi okyanus kenarına inmiş. Balıkla selamlaşmış ve oltasını salmış denize. Balık da her zamanki gibi oltanın etrafında dolanmış. Akşama doğru çocuk, oltasını çekmeye hazırlanırken bir şey olmuş. Balık, birdenbire takılmış oltaya.

Çocuk, büyük bir heyecanla ve çok zorlanarak çekmeye başlamış balığı. Doğrusu çok çok zormuş bu iş. Balık büyük ve kuvvetli, çocuk küçük ve çelimsizmiş. Yine de olanca kuvvetini kullanıp olanca gücünü vererek çekmiş balığı çocuk. Öyle ki balığı karaya çıkarmasına iki, belki üç metre kalmış.

Bir an gelmiş Recep abi. O bir anda göz göze gelmişler balıkla çocuk. Kısa bir anlığına zaman durmuş. O duran zamanda çocuğun burnuna okyanusun tuzlu, yosunlu, iyotlu kokusundan başka bir koku gelmiş. Çok sevmiş bu kokuyu çocuk.

Misinayı biraz daha çekip balığı karaya çıkaracakken yine bir şey olmuş Recep abi. Balık, tek bir hamleyle oltanın misinasını koparıp serbest kalmış ve çocuğa bir anlığına daha bakmış. Ardından ağzında oltanın iğnesi sırtını dönüp yüzerek gözden kaybolmuş.

Çocuk üzülmüş Recep abi balığın yüzüp gitmesine. Çünkü balığın bir daha dönmemek üzere gittiğini anlamış. Öyle üzülmüş ki çocuk, eve dönesi gelmemiş. Fakat eve dönmekten başka çare var mı? Akşam indiğinde, ortalık ıssızlaşmaya başladığında almış kırık oltasını eline, evine dönmüş.

Üzgün ve bitkin halde çökmüş yatağına. Balığı, balığın ona baktığını, en önemlisi nedir biliyor musun Recep abi, balığı tuttuğunu çıkaramıyormuş aklından.

Uzanmış yatağa. Ağlamak üzere uzanmış yatağa diyelim biz ona. Tam gözlerinden ilk yaşlar süzüleceksen doğrulmuş birdenbire. Dışarıya çıkmış, evin bahçesine öfkeyle fırlatıp attığı oltayı bulmuş. Ve başlamış okyanusa doğru koşmaya. Koşmuş, koşmuş, her gün oltasını attığı yere gelmiş.

Oltasını havaya kaldırmış ve bağırmış gecenin içine: Nereye gidersen git, oltamın iğnesi sende kaldı. Bir parçam sende kaldı. Unutma.

İşte böyle abi.

“Ne demek lan

‘işte böyle abi.’ Bu ne biçim hikaye lan?” diye sordu Çarli Recep.

“Sende Kalmış” çalıyordu o esnada.

“O biçim bir hikaye işte abi” dedi Tayfun. “Senin atlı hikayenden iyidir” deyip gülümsedi sonra, “şu ilerde dur da ben alayım direksiyonu. Uyursun sen biraz.”

Gece ağırlaşıyor, Müslüm şarkıyı bitiriyordu: “Yüreğimde umutların, gözlerimde, gözlerin kalmış.”

#Romanya
#olta
#Çarli Recep
2 yıl önce
Olta
Koçi Bey Risalesi’nin kamu yönetimindeki yansımaları
21. Yüzyılda çocuk olmak
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!