11 Eylül günü ikiz kulelerin yıkılışını canlı yayında seyredenlerin çoğunun, olayları bir sinema filmi gibi algılama yanılgısı içinde olduğu uzmanlar tarafından çokça dile getirildi. Böyle bir yanılsama Hollywood sinemasının tüm dünyaya armağanıydı şüphesiz. Ne de olsa daha önce filmlerde defalarca seyretmiştik yerle bir olan New York'u. Derin Darbe (Deep Impact/1998), Godzilla (1998), Yarından Sonra (The Day After Tomorrow/2004), Kurtuluş Günü (Independence Day/1996) gibi farklı türlerden felaket filmleri saldırıları besleyen, belki zemin hazırlayan yapımların başında zikredilir oldu. Saldırıların ardından taşı sıksa kendine malzeme çıkaran Hollywood, 11 Eylül'den uzak durmayı tercih etti. Öyle ki, saldırı saatlerini anlatan filmlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Fransız yapımcı Alan Brigand konuya ilişkin ilk filme imza attı. Yani bu dönemde Hollywood hala konudan uzak durmayı tercih ediyordu. On bir farklı ülkeden yönetmenin on birer dakikalık kısa filmlerinin yer aldığı çalışma, konuya ilişkin farklı duyarlılıkları dile getiriyor. Filmin en önemli özelliği, saldırıların dünya üzerindeki farklı etkilerini gösterebilmesi. Özellikle Japon'dan Shôhei Imamura ve İran'dan Samira Makhmalbaf'ın çalışmaları bu yönleriyle dikkat çekici. Ancak filmdeki marjinal yaklaşım hiç şüphesi Sean Penn'e ait. Pean filminde oluşturduğu karamsar tabloyu ikiz kulelerin yıkılışıyla dağıtıyor ve bunu yeni bir döneme iyimser bir başlangıç gibi yorumluyor. Bu da o dönemde söylenebilecek en cesur sözlerden biri şüphesiz. Bu yüzden Penn'in çevresinden ciddi tepkiler aldığını da eklemiş olalım.
Filmlerinde Amerikan tarihinin önemli olaylarına sık sık rastladığımız yapımcı, yönetmen Oliver Stone yıkılmakta olan ikiz kulelere en çok yaklaşan sinemacı oldu. Saldırıların ardından insanları kurtarma amacıyla ikiz kulelere giren polis memurlarının enkaz altında yaşam mücadelesini anlatan filmin tek amacı, kabusu bizzat yaşamış kişilerin gözünden seyirciye duygusal bir deneyim yaşatmak. Bu vasatlığı yüzünden film, 11 Eylül'ü sıradan bir Hollywood malzemesi düzeyine indirgemekten başka bir işe yaramadı.
İkiz kulelere çarpan United Airlines şirketine ait, 93 sefer sayılı uçağın içinde geçen filmde yolcular ve teröristler arasında geçen çatışmalar anlatılıyor. Sonu hüsranla biteceği en başından belli olan filmin en önemli amacı, yolcuların hayatta kalma mücadelesi üzerinden Amerikan halkının ne yaşarsa yaşasın birlik ve beraberlik içinde olacağı mesajını verebilmek. Film her ne kadar kurgu bir olay örgüsüne sahip olsa da, gerçek bir olaya dayanmanın inandırıcılığı ve etkileyiciliğine sahip.
Belgeselleri saymazsak başlı başına 11 Eylül günü yaşananları konu alan yapımlar bu kadarla sınırlı. Beni Unutma (Remember Me/2010) gibi bazı dramlarda filmlerde ise 11 Eylül hikaye için fon malzemesi olarak kendine yer buldu.
Konuyu kendine fon edinen en başarı yapım ise bana kalırsa Hint sinemacı Karan Johar'dan geldi. Film Amerika'da yaşayan Müslümanların saldırılar sonrasında düştüğü kötü durumu konu alırken, İslam'ın barışçıl yanına da samimi bir vurgu yapıyor. Pek çok filmde 'pozitif Müslüman' imajı çizebilmek adına dini ritüellerden uzak duran karakterlerin aksine Benim Adım Khan'da İslami sorumluluklarını yerine getiren Müslümanların kullanılması filmin en pozitif yanlarından. Konuya hassasiyetle yaklaşan, böylesine duyarlı bir filmin ülkemizde vizyona girmediğini ve yalnızca DVD olarak piyasa sürüldüğünün altını çizmek isterim.
Benzer bir duyarlılık ülkemizden de konu hakkında bir yapım çıkmasına neden oldu. Cihan Taşkın yönetmenliğindeki yapım, fantastik kurgusuyla 'gerçek bir Müslüman terörist olamaz' düşüncesini,
11 Eylül'de kullanılmak üzere kandırılmış bir grup Müslüman genç üzerinden anlatıyor. Konuya vicdan boyutunda yaklaşmak adına saldırıların gerçek aktörleriyle uğraşmaktan kaçınan film, vizyona girdiği dönemde bu sebepten çok sayıda eleştiriye maruz kalmıştı.