Yakın zamanlara kadar, hafızamızın tüm yaşantılarımızın beynimizde bıraktığı izler şeklinde depolanmasından oluştuğuna, bunama gibi hastalıklar olmadığı sürece mutlak unutmanın gerçekleşmediğine, yeri geldikçe eski anıların hatırlandığına inanılıyordu. Hafızamız, sanki bütün yaptıklarımızın siluetlerinin, banyo yapılmamış fotoğraf kâğıtları gibi asıldığı bir galeri gibi tasavvur ediliyordu. Bu anlayış, hiçbir delile dayanmadığı halde bilim dünyasında, akademikler arasında bile etkisini sürdürdü.
Yakın zamanlara kadar, hafızamızın tüm yaşantılarımızın beynimizde bıraktığı izler şeklinde depolanmasından oluştuğuna, bunama gibi hastalıklar olmadığı sürece mutlak unutmanın gerçekleşmediğine, yeri geldikçe eski anıların hatırlandığına inanılıyordu. Hafızamız, sanki bütün yaptıklarımızın siluetlerinin, banyo yapılmamış fotoğraf kâğıtları gibi asıldığı bir galeri gibi tasavvur ediliyordu. Bu anlayış, hiçbir delile dayanmadığı halde bilim dünyasında, akademikler arasında bile etkisini sürdürdü. Öyle ki, bugün de hafızayla ilgili bilimsel araştırmaları takip etmeyenler, hatta hekimler, psikologlar ve psikiyatrlar hala böyle bir hafıza anlayışına sahipler. Eskiden hafıza video-tape gibi düşünülürdü, şimdi de bilgisayara benzetiliyor. Her yaptığımızın beynimize kaydedildiği, hipnoz gibi özel tekniklerle hatıraların tıpkısının aynısı şeklinde geri çağrılabileceği inancı varlığını sürdürüyor.
Yaşantıların beynimizde kalıcı izler bıraktıklarına kolayca inanıyoruz. İnsanın beyninin ancak %10’nu kullandığına, kadınların aynı anda iki işi birden yapma yeteneğini haiz olduklarına çünkü onların iki beyin yarıküreleri arasında daha çok bağlantı bulunduğuna kolayca inandığımız gibi. Basitleştirilmiş, hap gibi, şehir efsanesi haline gelmiş bilgileri böyle benimseyivermemiz tamamen psikolojik. Mitolojilere inancımız psikolojimizin marifeti; o yüzden bilimsel sonuçlar bile hemen medya aracılığıyla popülerleştiriliyor. Bilimin karikatürü dahi olamayacak modern mitolojileri, çoğumuz bilim sanarak benimsiyoruz.
“Günde ortalama 100 bin, yılda yaklaşık 30 milyon beyin hücresi kaybediyoruz. Beyin dokusu da bozulma ve körelmeye karşı koyamıyor. Beyin bir mekanizma değil bir uzuvdur, sürekli değişen ağlardan ve döngülerden oluşur, kimyasal süreçleri modüle eder, gece ve gündüz ritmini, uyanıklık ve uyku halini, hormon düzeyi değişikliklerini, gelişme ve ölme döngülerini bilir ve yayar, kısaca söyleyecek olursak bir bilgisayarın sabit diskinden ziyade bir parça puslu ve ıslak bir yağmur ormanına benzer. Bellek izleri, bizim icat ettiğimiz suni bellekteki bilgiler gibi steril değildir ve sonsuza değin muhafaza edilmezler, nöral yayılmalara, çürümeye tabidirler… 12 Nisan 1982’de eve dönerken karşı yönden akan trafiğin nasıl olduğu belleğimizde değil artık. Ama aynı şey babamızla yaptığımız bir konuşma, annemizin pişirdiği leziz paça çorbası ve üç yaşındaki kızımızla yaptığımız yürüyüş için de geçerli. Mutlak bellek miti o anda çağıramasak bile hiçbir şeyin tamamen yok olmadığını söyleyerek bizi teselli etmeye çalışır. 17 Yüzyılda fizik bilimi tarafından bir antropomorfizm olarak ebediyete uğurlanan Antik Yunan’daki ‘horror vacui’ (boşluk korkusu) düşüncesi, her şeyi kaydeden ve hiçbir şeyi unutmayan bir beyin olarak varlığını sürdürüyor.”
Meraklı ve araştırmacı olanlarımız şanslılar, zira yukarıdaki paragrafın sahibi ünlü psikoloji profesörü Douwe Draaisma’nın konuyla ilgili iki güzel kitabı, dilimize çevrildi ve YKY tarafından yayınlandı: “Unutmanın Kitabı: Rüyalarımızı Neden Hemen Unuturuz, Anılarımız Neden Sürekli Değişir?” ve “Sıla Hasreti Fabrikası: Bellek Yaşlılıkta Nasıl İşler?”… Israrla öneririm.
“Elliyi geçince unutmaya karşı acımasız bir mücadeleye gireriz… Gerçi bu ilk değildir, hayatımız boyunca aynı mücadeleyi vermişizdir ama bu yaştan sonra gitgide daha sık kaybederiz…” Gençler, bir olayın üstünden daha az zaman geçtiğini düşünürken yaşlılara göre o olay olalı hayli zaman olmuştur. Anne babamızla “Niye hiç gelmiyorsunuz?- Daha üç gün önce sizdeydik!” çekişmemizin altında bu hafızadaki ters teleskobik etkinin payı büyüktür… “Çoğu kişinin ilk hatıraları üç veya dört yaşlarının sonrasına aittir. Sonra eğri dimdik yükselir, yirmi yaş civarlarında zirveye ulaşır. Nihayet düşer, düzleşir ve en sonda bir kez daha bir kez daha küçük bir çıkıntı oluşturur. Bu sonuncusu yakın geçmişin yarattığı bir etkidir: Kişi kısa bir süre önce torunlarıyla sirke gitmişse, geçmişteki sirk anılarını anlatma ihtimali yüksektir. Ne var ki deneklerden özyaşamöykülerine mutlaka dâhil edecekleri, zihinlerinde canlı kalmış dört önemli anıyı anlatmaları istenirse bu küçük çıkıntının yerini yirmi yaş dolaylarındaki gibi yüksek bir zirve alır.” “Neden hatıralarımız 20-30 yaş arasında zirve yapıyor, bu yaşlara ait bir tümsek oluşuyor, 20 yıldır hafıza ile ilgilenen bilim insanları, birçok sorun gibi bunu çözmeye çalışıyorlar. Günümüzde insan ömrü uzuyor, yaşla birlikte bunamalar da artıyor. Ama bunamalar, 90 yaşın üstünde bile asla %5 i geçmiyor. Yani 50’inden sonra unutmalarımız artıyor ama büyük çoğunluğumuzda korkulacak düzeyi bulmuyor.
Özetle: Yaşadıklarımızın ancak pek azını kaydediyor çok ama çok azını daha sonra belki, üstelik değiştirerek hatırlayabiliyoruz. Hatırladıklarımızın çoğu da 20-30 yaşımıza tekabül eden anılarımız. Bu durumda yazının ve kitabın önemiyle bitirelim: “En soluk mürekkep bile en güçlü hafızadan iyidir.”