|
Fanatizm ve rölativizm arasında kıvranırken

Biz Müslüman bir coğrafyada henüz uzanıp alıverecek kadar yakınımızda duran gelenek mirasına sahipken pek fark etmiyor olabiliriz. Bugün başta Batı olmak üzere dünyamızı, daha doğrusu zihinlerimizi iki büyük düşünme biçimi işgal etmiş vaziyette.



Bunlardan birincisi fanatizm, diğeri ise “her şey gidercilik” yani rölativizm… Gerek “Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm” gerek “Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları” kitaplarımızda fanatizmin ve FETÖ benzeri hastalıklı yapıların nasıl sağlıklı inancın köküne kibrit suyu dökme gayreti içinde olduklarını anlatmaya çalıştık. Sağlıklı inancı ve vicdanımızın koreografisinde bulunduğuna inandığımız evrensel ahlakı savunduğumuz her yazı, post-modernliğin kışkırttığı rölativizme karşı tepkiydi, geleneğimizin günümüz şartlarında yeniden üretilmesi gerektiğine yapılmak istenen vurguydu.

Hemen tüm eserleri dilimizde bulunan, “gerçekliğin sosyal inşası” teorisiyle bilinen, 2017’de vefat eden ABD’li sosyolog Peter L. Berger ve onun asistanı ve arkadaşı Hollandalı düşünür Anton C. Zijderveld’in 2010’da yazdıkları “Şüpheye Övgü” (Açılım Yayınları, çevirenler: K. Canatan, R. Bal, H. Yar) ) kitabında bu iki tehlikenin tema olarak alınmasından ziyadesiyle memnun oldum. Müsaadenizle, içinde yaşadığımız dünyanın zihin işleyişlerinin net bir resmini veren ve buraya nasıl gelindiğini çok iyi ele alan bu çalışmadan bahsetmek istiyorum. Her ne kadar her iki yazarın önceki çalışmalarını okurken hissettiğim “keşke İslamiyet’i bilseydi” temennim bu kitapta doruğa çıksa da kitabın alt-başlığı bile (“Fanatikleşmeden inançlarımızı nasıl ifade edebiliriz?”) yazarların birçoğumuzun derdiyle dertlendiklerini gösterir nitelikte…

“Aydınlanma çağının radikal düşünürleri, özellikle Fransa’da, neşeli bir önseziyle dinin çöküşünü bekliyorlardı…” Modern sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Marx, Durkheim ve Weber’in görüşleri oldukça farklıydı ama onlar, modernitenin aşamalı bir şekilde dinin çöküşü anlamına geldiğinde hemfikirdiler. Sekülerleşme sürecinden mutsuz ve mutazarrır olan Hıristiyan teologlar dahi, kaçınılmaz sonun bilimsel bir gerçek olduğu fikrindeydiler. Hiçbirisi doğru tahmin edemedi; sekülerleşme teorisi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki olaylar tarafından kitlesel biçimde çürütüldü.

Bu fikirleri dile getiren “Şüpheye Övgü” yazarları, bugünkü dünyaya baktıklarında “sekülerleşmeden ziyade tutkulu dini hareketlerin müthiş bir patlamasını” gördüklerini, dikkatlerin en çok da “İslam’ın yeniden canlanmasına” yöneldiğini söylüyorlar. Onlara göre yegâne istisna, halen sekülerleşme teorisinin geçerli olduğu Batı ve merkezi Avrupa’dır ve küçük ama çok etkili bir entelektüel sınıftır. (Sanıyorum bizim gibi yukarıdan aşağıya devlet eliyle sekülerleşmenin olduğu ülkeleri yakından tanısalardı, bazı kesimleri de bu istisnaya dâhil ederlerdi.) “En eski küresel kurum olan Katolik Kilisesi, Avrupa’da baskı altındadır ama dünyanın başka yerlerinde turp gibidir.” Bu manzara altında “Eğer modernleşme kaçınılmaz bir şekilde sekülerleşmeye yol açmıyorsa, inançlar ve değerler alanında neye yol açıyor?” diye soruyorlar. Onlar için cevap açık: Çoğulluğa…

Çoğulluk, çoğulculaşma (pluralisering) ile kastettikleri, bu durumun ideolojik olarak iyi bir şeymiş gibi savunulduğu çoğulculuktan (plüralizm) oldukça farklı ve hayli sorunlu… “Şu an 21. Yüzyıl, bir politeizm yüzyılını andırmaktadır. Sanki Antik dönemin tanrıları geri gelmişlerdir…” Geçmiş zamanlarda da kimi toplumlarda farklı inançlar bir arada yaşayabilmiş, çoğul ortamlar olabilmiş ama insanlık böylesi çap ve yoğunlukta olanını ilk kez görüyor. Nüfusun giderek daha büyük kısmı devasa kentlerde ikamet ediyor. Bu, doğrudan doğruya sivil kültüre ve kültürel çoğulluğa neden oluyor. Kitlesel insan hareketleri, çok farklı grupları ilişkiye zorluyor. İnsanlar kitlesel eğitim ve modern iletişim araçları sayesinde başka hayatlar ve alternatif yaşamlar hakkında müthiş bir hızla bilgi ediniyorlar.

Alman sosyolog ve filozof Arnold Gehlen, bir toplumda kişinin özgür seçimlerine izin verilen yaşam alanına “öncephe”, mecburen topluma uymak zorunda olduğu alana ise “arkacephe” adını veriyor ve her iki cepheyi antropolojik bir zorunluluk olarak görüyordu. Arkacephe, içine doğduğumuz geleneği ve onun kurallarını oluşturur. Arkacephe davranışı, adeta otomatik, fazla düşünmeden yapılırken öncephe davranışı, düşünerek seçim yapmayı gerektirir. Modernlik, “özgürlük” şiarıyla öncepheyi alabildiğine büyütürken, arkacepheyi yani geleneği, kurumları, en kötüsü de ahlakı çözüyor. İster seküler ister dini her düşünme ve yaşama tarzını bir tercih meselesi haline getiriyor. Bu durumda insanlar da ya tercihlerine fanatikçe sıkı sıkıya sarılmak ya da her şeyi rölatif bir tercih meselesi olarak görmek arasında kalakalıyorlar. Ve maalesef şişeden çıkan çoğulculaşma ruhunu gerisin geriye şişeye sokmak artık imkânsız...

#Fanatizm
#Rölativizm
#Sekülerleşme
5 yıl önce
Fanatizm ve rölativizm arasında kıvranırken
Turnanın izinde: Sinemaya yeni damar
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!