2011 Aralık ayının başlarında Ankara’da bir otel salonunda yaşanan ‘kırmızı kartlı’ protesto eylemini kaç kişi hatırlıyor acaba?Hatırlayamayanlar için o gün, o günkü adıyla Doğan Haber Ajansı’nın geçtiği haberin ilgili bölümlerini aktaralım:“Adalet Bakanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından düzenlenen ‘Arabuluculuk Uygulamaları Uluslararası Çalıştayı’ İstanbul Barosu avukatları tarafından protesto edildi.İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve
2011 Aralık ayının başlarında Ankara’da bir otel salonunda yaşanan ‘kırmızı kartlı’ protesto eylemini kaç kişi hatırlıyor acaba?
Hatırlayamayanlar için o gün, o günkü adıyla Doğan Haber Ajansı’nın geçtiği haberin ilgili bölümlerini aktaralım:
“Adalet Bakanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından düzenlenen ‘Arabuluculuk Uygulamaları Uluslararası Çalıştayı’ İstanbul Barosu avukatları tarafından protesto edildi.
İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve CHP Milletvekili Mahmut Tanal’ın da aralarında bulunduğu yaklaşık 50 avukat, konferansın düzenlendiği otel önünde toplandı.
Arabuluculuğa karşı olduklarını basın açıklamasıyla belirten grup daha sonra otele girmek istedi.”
Haber şu cümlelerle devam ediyor:
“Ancak kapıdaki güvenlik görevlileri engel oldu. CHP Milletvekili Mahmut Tanal uzun süre uğraşmasına rağmen kapıyı açamadı.
Bunun üzerine avukatlar otelin arka bölümünde bulunan kapıya yöneldi. Avukatlar burada da güvenlik görevlilerinin engellemesiyle karşılaştı.
Yaşanan arbede sonrası avukatlar otele girmeyi başardı.
Daha sonra ellerindeki kırmızı kartlarla sempozyumun düzenlediği salona giren avukatlar katılımcıların önüne kartları bıraktı.
Bir anda onlarca avukatı karşılarında gören katılımcıların oldukça şaşkın oldukları görüldü. Avukatlar salon içinde sloganlar eşliğinde tur attı.”
Bunları okurken birçoğunuz macera filmi izleyen bir seyirci gibi haberin aksiyonel kısımlarına takılmış olmalısınız.
Böyle bir eylem biçimiyle ilgili farklı tartışmalar da yapılabilir.
Bunu demokratik hak sınırları içerisinde bulanlar da olabilir, mahalle kabadayılarının ‘mekân basması’ gibi saldırganca bir tutum biçimi olarak görenler de.
Burası böyle olmakla birlikte toplamda o gün orada olanların ne anlama geldiğini güncel tartışmalar üzerinden ele almak bugün için daha kıymetli görünüyor.
Bir defa 2011’de sert ve curcunalı yöntemlerle yapılan o gösterinin hiç de haklı gerekçelere sahip olmadığı bugün daha iyi anlaşılıyor.
O günlerde üzerinde fikir egzersizi yapılan, ilerleyen yıllarda yargı sistemine yeni bir yöntem olarak giren arabuluculuk ve uzlaştırma sisteminin ne kadar işe yarar bir fikir olduğu 9 yıl geçtikten sonra su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Haziran 2020 rakamlarını verelim:
“Arabuluculukta 932 bin, uzlaştırmada ise yaklaşık 756 bin olmak üzere yaklaşık 1,7 milyon dosyada taraflar mahkemeye gitmeden anlaşmaya vardı.”
Politik bir yönü, hatta ideolojik niteliği olmayan, bütünüyle hukuk sisteminin işleyişini ilgilendiren bir arayışa, görünürde siyasetle ilgisi bulunmayan, hukuk sisteminin kurumsal bir parçası olan, Türkiye’nin en büyük barosunun verdiği tepki biçimini anlatan bir hikâye okumuş oldunuz.
Türkiye’de barolara yüklenen misyonu 1960 darbesinden sonra ortaya çıkan iklim ve kurulan vesayetçi yapıyla ilişkilendirmek yanlış bir fikir değildir.
Bu da mı öyle diyenleriniz çıkabilir.
Evet, bu da böyle. Çünkü öyle bir düzen kurulurken avukatlar topluluğunu ortak amaçlar doğrultusunda yönetecek yapıların oluşturulması düşünülemeyecek bir şey olamazdı.
Meclis gündemine getirilen çoklu baro düzenlemesi Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nu iki arada bir derede bırakmış gözüküyor.
Feyzioğlu’nun, bir süredir yargıyla ilgili çalışmalarda hükümetle ‘senkronize’ halde hareket ettiği biliniyor.
Bununla birlikte çoklu baro meselesi gündeme geldiği günden beri, bu çalışmaya karşı çıkan bir tutum sergiliyor.
Ancak karşı çıkış argümanlarına baktığımızda ‘hukuk dilinin’ ötesine geçen o malum dil burada da karşımıza çıkıyor.
Feyzioğlu, barolar adına 2017 Nisan ayında yapılan anayasa oylaması öncesi o referandumda neden “Hayır” denmesi gerektiğini belirten 8 maddelik zehir zemberek bir açıklama yapmıştı.
O maddelerden biri, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin gelmesi halinde bunun Türkiye’nin “bölünme tehlikesini daha da artıracağı” iddiasında bulunuyordu.
İlginç bir şekilde, çoklu baro düzenlemesiyle ilgili görüşleri sorulan Feyzioğlu, burada da benzer bir dil kullanıyor.
Gazeteci Sevilay Yılman’ın sorusu üzerine söylediği şeylere bakalım:
“Karşıyım ve yanlış buluyorum… Çünkü endişeliyim… Çoklu sistem mezhepçi, etnikçi, marjinal baroların türemesine yol açacak bir sistemdir. Ve dünyanın da hiçbir yerinde böyle bir sistem yoktur. Sadece İngiltere’de çoklu baroya benzer bir düzen vardır ama o sistem İngilizlerin 1000 yıllık geleneğinin bir sonucudur.”
Türkiye’nin mevcut şartlarında etnikçi, mezhepçi gibi korkutma cümleleri çok gerilerde kalmış argümanlar.
Muhalefet partileri üç sene önce yapılan anayasa değişikliğini, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni başka bir sürü yönden eleştiriyorlar.
Ancak, “Türkiye’nin bölünme tehlikesini artırdı” diyene henüz rastlamış değiliz.
Metin Feyzioğlu da çoklu baro sistemiyle ilgili endişe beyanında bulunurken geçmişteki öngörülerini yeniden gözden geçirse iyi olacak sanki.