Selma Balcı, Berlin’de hasta ve yaşlı bakımı kapsamında hizmet veren bir firmada çalışıyor ve her gün farklı kültürlerden insanların kapısını açıyor. Balcı'yla Almanya’daki yaşlı ve hasta bakımı deneyimlerini konuştuk.
Evet, edebiyat hayatımın ayrılmaz bir parçası, hep de öyle olacak fakat bazen yol seni farklı bir yere götürür; planlamadığın bir yere. Benim için de öyle oldu. Altı aylık bir deneme sürecinden sonra devam etmeye karar verdim. İki yıldır bu sektördeyim ve beni bu işi yapmaya çeken birkaç sebep söyleyebilirim; öncelikle farklı inanç ve kültürdeki insanları tanıma merakı, onların hikâyelerine yakın olma isteği ve bulunduğum topluma bir şekilde ait olma ihtiyacı diyebilirim.
Bireysel yaşam kültürü, çekirdek aile yapısı, zayıf aile ilişkileri, kimsesizlik gibi sosyal sorunlar yaşlı ve hasta bakımına duyulan ihtiyacı artırıyor. Burada, günlük hayatınızda ihtiyacınız olan şeyleri; yaşlılık, ağır bir ameliyat sonrası geçici olarak bakıma muhtaç olma, yatağa bağımlı olma, bedensel engel gibi sebeplerle kendi başınıza karşılayamıyorsanız, evde size bakabilecek biri olsa bile talep ettiğinizde sosyal sigorta size bu hizmeti sunuyor. Yani ön koşul yaşlılık değil ihtiyaç.
Aslında devlet bakıma muhtaç kişinin yakınlarına, bakımı üstlendikleri zaman belli bir ücret ödüyor fakat hem ailelerin hem de hastaların birçoğu bunu yıpratıcı buluyor. Yani bakım evi olağan bir şey, göçmen ailelerde bile durum çoğunlukla aynı.
Sabahları kapıyı açarken aklıma sıklıkla “Ya öldüyse!” ihtimali geliyor. Zihnimde her evin, her ruh halinin bir kokusu var. Yalnızlığın ağır ve tozlu bir kokusu var, pişmanlığın is gibi iyi-kötü hatıraların mevsimler gibi koktuğunu düşünüyorum. Kemikleşmiş alışkanlıkları var; her sabah bir dilim tereyağlı ekmek ve bir fincan kahve gibi mesela. Bunlara şahit oluyorsun. Her biriyle ancak izin verdikleri ölçüde bağ kurabiliyor insan, bazılarıyla elinde olmadan daha derin oluyor bu bağ.
Farklı istekleri oluyor bazen. Mesela bir hastaya gitmem gerektiğini söylediğimde onunla para karşılığında sohbet etmemi istemişti. Yani ona biraz daha zaman ayırmamı rica etmişti. Her kişi için belirli bir süremiz var, onu aşamıyoruz. Birinin benden vaktimi satın almayı istemesi çok etkilemişti beni. Önceleri biri bana “Berlin’de Yunan bir nineye Andersen Masalları okuyacaksın,” deseydi ona hayal gücünün çok iyi olduğunu söylerdim. Ama bir gün kendimi bahçeye bakan bir camın önünde eski bir koltuğa oturmuş, Andersen’in “Değirmenci Ve Oğulları” masalını okurken buldum. “Kibritçi Kız”ı okumayı yeni bitirmişim. Eleni de ben de o küçük kıza üzülüyoruz. Yüz yaşını aşmış bir hastam var. Çevresiyle olan oryantasyonunu, gerçeklik algısını büyük ölçüde yitirmiş. Bana “Size Selma Teyze desem, saygısızlık etmiş olur muyum?” diye sormuştu. Sesimin onu cennetten geri çağırdığını söyler her defasında. Bana çocuk şarkıları söyler. Pelüş oyuncağı var, bir kardan adam, Mimi, onu yıkamama izin verir. “Onu incitmezsin sen,” der bana. İşte böyle hikâyeleri oluyor insanın. Zamanla bu ayrıntılara alışıyor, onları gözden kaçırıyorsun. İş çok yorucu, hep olumlu şeylerle karşılaşmıyoruz fakat elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.
Bazılarında oldukça zaman alıyor bu. En mahrem anlarına şahit olduğumuz için sabır, iyi bir gözlem ve kişisel alana saygı işimizin anahtarı diyebilirim. Her birinin hastalıkları (fiziksel, ruhsal) ve özgeçmişleri hakkında bilgi içeren dosyaları var. Bu da dikkat etmemiz gerekenler hakkında bize kolaylık sağlıyor.
Günde ortalama altı kişi benim bakımımda oluyor. Bakım hizmeti vereceğimiz kişileri seçemiyoruz. Eğer kabul edilemeyecek bir durumla karşı karşıya kalırsak bunu bildiriyoruz ve o hastayla bir başkası ilgileniyor. Meslektaşımız da aynı sorunu yaşarsa, hasta ikaz ediliyor.
İlk zamanlar soru sormaktan çekiniyorlar. Sonra ilk sordukları nereli olduğum, inancım ve Almanya hakkındaki düşüncelerim. Şimdiye kadar bakımını üstlendiğim kişiler tarafından ırkçı bir söyleme, saldırıya maruz kalmadım.
En zorlandığım kişi gençliğinde hekim olan bir yaşlıydı. İki dünya savaşının da yıkıntılarını taşıdığını onu tanıdıkça fark ettim. Beyin kanaması sonrasında yatağa bağımlı kalmış, konuşma yetisini büyük ölçüde yitirmişti. Dört dil biliyordu ve hafızası oldukça sağlıklıydı. Onunla çalıştıkça sessiz, telaşsız ve düzenli olmamı istediğini anladım. Gürültüden korkuyordu, kaşık çatal sesi olsa dahi. Önceleri neredeyse ağlayacak duruma geliyordum, çok stresliydi fakat şimdi o evde kendimi tuhaf bir şekilde huzurlu hissediyorum. Adaçayı kokuyor ev.
Almanya’nın yaşlı nüfusu Türkiye’ye kıyasla oldukça fazla ve bu da onların genç nüfus üzerindeki etkisini artırıyor. İnsan görerek öğrenen bir varlık, altmış yaş ve üzeri çalışan, azımsanamayacak kadar çok. Gündelik hayatın her alanındalar. İş hayatında, sosyal ve kültürel hayatta, gençler onlardan onlar da gençlerden eşit ölçüde etkileniyor diye düşünüyorum. Kültürel olarak burada, yetmiş yaşındaki birinin yeni şeyler denemek istemesi, hayatını farklı yaşamaya karar verdiğini söylemesi tuhaf karşılanmıyor. Seyahat etmek birinci tutkuları diyebilirim fakat teknoloji ile araları pek iyi sayılmaz. Fark ettiğim bir şey daha var onu da eklemek isterim. “Kuşak çatışması” kavramını burada pek duymazsınız.
Sanırım, ruhsal ve bedensel olarak kendimi iyi hissettiğim sürece bu meslekte çalışmaya devam edeceğim.