|

En büyük eseri doğduğu topraklarda

Baksı Müzesi’nin kurucusu, sanatçı ve akademisyen Hüsamettin Koçan, doğduğu topraklardan beslenmenin ve o topraklara dönerek güzel işler başarmanın en iyi örneklerinden biri. Annesinin deyimiyle, “Bir yaz günü, orak biçimi tarihinde” doğan Koçan’ın geçmişine doğru bir yolculuğa çıktık.

Latife Beyza Turgut
00:00 - 4/09/2022 Pazar
Güncelleme: 00:04 - 4/09/2022 Pazar
Yeni Şafak
Hüsamettin Koçan ve annesi
Hüsamettin Koçan ve annesi

Annesinin deyimiyle, “Bir yaz günü, orak biçimi tarihinde doğmuşum” diyor Hüsamettin Koçan. Soğanlı Dağları ve Çoruh Nehri ilk hatırladığı manzaralar ve yaşamı boyunca onu en çok etkileyen yerlermiş. Hafızasındaki ilk hatıralarını anlatmasını istiyorum, “Babamı bekleyişimizi ve onun gurbetten gelişini hatırlıyorum. Annemin babamı bekleme ve bize sahip çıkma sabrını, inancını ve fedakârlığını hatırlıyorum. Sonra dayanışma içerisinde olan ve her türlü kötü koşulda birbirine sahip çıkan köylüleri hatırlıyorum. Peşpeşe şarkı söyleyenleri, masal anlatanları hatırlıyorum. Belki ilk doğmuş buzağımın büyüyüp, güçlü boynuzları olan bir boğa oluşunu hatırlıyorum. Sonra Bayburt’a gidişimizi hatırlıyorum” diyor. Ben İstanbu’da elimde telefonla D100’den geçen arabaları izlerken, hattın diğer ucunda Bayburt’ta Baksı Müzesi’nin kurucusu, ressam Hüsamettin Koçan var. Koçan’a geçmişine doğru yolculuğa çıkmayı teklif ediyorum. O ise şimdiki adı “Bayraktar” olan Baksı Köyü’nde, ait olduğu dağları ve Çoruh Nehri’ni izlerken teklifimi kabul ediyor ve sohbete başlıyoruz.

BABAMIN HER GELİŞİ BİR ŞÖLENDİ

Hüsamettin Koçan, 1946 yılında “Koçanlılar” olarak tanınan ailenin ikinci evladı olarak dünyaya geliyor. Kendisinden büyük bir abisi ve kendisinden sonraki yalnızca biri kız, altı kardeşi ile gurbette yaşayan babalarını özleyerek annelerinin kanatları altında yaşıyorlar. Babaları devlet demir yollarında çalışıyor. İlk kez 1938 yılında gidiyor gurbete. Orada kendini geliştirerek, teknikleri öğreniyor, taşeron müteahhit oluyor. Başta iki büyük abi olmak üzere çocuklar, babalarının gelişini Baksı Köyü’nün girişindeki tepelerden izliyor. “Babamın her gelişi bir şölendi” diyor Koçan. Özlemle bekledikleri babaları her gelişinde eli kolu hediyelerle dolu gelirmiş. Yalnız evlatlarına değil, yakınlarına da armağanlar getirirmiş. O gün bütün komşular, akrabalar onu ziyarete gelir, gelirken de “Gurbette özlemişsindir” diyerek sevdiği yemeklerden getirirlermiş. Babasına her kavuşma anının hayatında önemli bir anıyı oluşturduğunu söyleyen Koçan, o kavuşmaları, “Bütün hasret ve endişelerin bittiği olağanüstü bir sevinci olduğu, herkesin kendini güven içinde hissettiği ve hasret giderdiği bir gelişti bu. Babamın omuzlarından inmezdik. Nehirde ne güzel yüzdüğümü görsün diye onu nehir kıyısına götürdüğümü hatırlıyorum. Onun gelişi çok farklı bir şeydi. Bu gelişler yaşamın bir parçası değil de bir rüyaydı sanıyorum” diyerek anlatıyor.

Her ne kadar seyrek görseler de babalarıyla aralarında çok güçlü bir bağ varmış. “Belki de gurbete gitmesinin tek nedeni, hayatını bize adadığındandı. Hatta belki değil, öyleydi! Kendi varlık nedeninin bizim hayallerimizi gerçekleştirmek olduğunu düşünürdü” diyor Koçan. Bu açıdan şimdiki ebeveynleri de biraz eleştiriyor, “Günümüzde bazı aileler çocukları üzerinden kendi hayatlarını gerçekleştirmek istiyor. Babam bunun tersini yaptı. Hayatını bizim hayallerimize adadı diye düşünüyorum” diyor. Babasını bir Anadolu bilgesi olarak gören Koçan, gurbeti gören babanın çocuklarının okuması gerektiğine inandığını söylüyor: “Babam bizi ikna etti. Doğrusunu isterseniz bizim okumak gibi bir niyetimiz yoktu” Dağlarda, tandır başında ninesinin hikâyeleriyle büyüyen Koçan, henüz birinci sınıfa başlamasına iki sene varken abisi ile okula gitmek için mahkemeye başvurup yaşını büyütmek istemiş. Ancak babasının soyadı “Koçan” iken oğullarının soyadları “Yıldırım” olması işleri karıştırmış. Soyadlarının farklı olması ise bir akrabasının muhtar olunca “Koçan” soyadını beğenmeyerek ailenin yeni doğan kuşağına “Yıldırım” soyadını uygun görmesinden kaynaklanıyor. Soyadın yeniden öze dönüşü ise, abisi ile birlikte yaşlarını büyütmek için çıktıkları mahkemeyle olmuş. Baba Koçan, oğul Yıldırım olunca hakim “Öyle şey olmaz, gidin düzeltin” demiş. “O yüzden benim ilkokul diplomamı ararsanız, bulamazsınız” diyor Koçan gülerek.

ANNEMİN BEKLEYİŞİNE HAYRANDIM

Koçan, en az babası kadar annesine, onun babasını bekleyişlerine, evlatlarını yetiştirmesine ve fedakârlıklarına da hayran. “Annem, babam kadar öngörülü olmayabilir ama öyle yüklenmişti ki bizim hayatımızı, o olmasa bizim bir hayatımız olamazdı gibi gelmiştir bana” diyor ve ekliyor: “Çok denk düşen bir aileydi. Ben hem bu ailede hem de geleneği, kültürü olan Baksı Köyü’nde doğmuş olmaktan çok memnunum. Büyürken masal dinlemiş olmaktan, kaybetme sınırına gelip tekrar bulmaktan, bekledikçe beklentine ulaşabilmekten çok memnunum doğrusunu isterseniz. Yeniden seçsek yeniden aynı hayatı seçmek isterim.”

Feodal toplumlarda büyük kardeş olmak avantajlıdır. Koçanlarda da durum böyleymiş. Koçan’ın abisi kendisinden 2-3 yaş büyük olması, üstelik bir de dedenin adını almış olmasıyla aile hiyerarşinin en tepesinde doğmuş. Hâl böyle olunca Koçan daima abisinin bir adım geride durmuş, fırsatı varken bile onu geçmek istememiş. Çok sonra işler tersine dönmüş. Okulda abisi onun resimlerini yapıyor, Koçan iyi alıyor; Koçan, arkadaşlarının resimlerini yapıyor, onlar pekiyi alıyormuş. Fakat yine de Koçan duruma uyanmamış. Yeteneğini fark etmesi yine babası sayesinde olmuş. “Bir gün babam benim yazımın abiminkinden daha güzel olduğunu fark etti. Bizi bir sınava çekti, ‘Bugün hava çok güzel yazın bakayım’ dedi. Biz yazdık, değiştirdi gösterdi ‘Hangisi güzel’ diye sordu. Ben herhâlde onunki dedim ama meğer benimki imiş. Yeteneğimi keşfeden babam oldu yani” diye anlatıyor Koçan.

MÜHENDİSLİKTEN AKADEMİYE

Liseye kadar okulda aldığı eğitimleri biraz da zayıf buluyor Koçan. Ama kendisindeki eksiklikleri tamamlayabilmek için de çok çabalamış. Amcası, aynı zamanda ilkokul öğretmeniymiş. “İlkokuldan mezun olana kadar ne abime ne bana amca demeyi yasaklamıştı. Okul bittikten sonra bize ‘Artık bana amca diyebilirsiniz’ demişti. Biz de çocuksu bir inatla ona ‘Öğretmenim’ demeye devam ettik” diyerek anlatıyor aralarındaki ilişkiyi. İlkokul notlarının tamamı ortaymış. “Biraz dağınık ve ilkel bir çocuktum hoca da bunu görmüş demek beni pek benimsememişti” diyor Koçan. Amcası Halil Öğretmenin aynı zamanda iyi de bir kütüphanesi varmış. Dünya klasiklerini, Türk edebiyatı ustalarını ve ileride yolunun kesişeceğini bilmediği Yaşar Kemal’i bu kütüphaneden okumuş. Bayburt’ta okuduğu ortaokulun ardından, öğretmen olmak istiyormuş. Ancak öğretmen okulu sınavını kazanamayınca sanat enstitüsüne gitmiş.

Sanat enstitüsünden sonra bir sene üniversiteye gidemeyen Koçan, babasından 300 lira istemiş. Amacı yağlıboya alıp resim yapmakmış. “Hayat Mecmuası’nın ortasında empresyonist resimlere yer verirlerdi. Kendime toz boyadan yağlı boya yaparak, o resimleri taklit ederdim. Bana kimse yap dememişti, görev de vermemişti. Kimse takdir de etmiyordu, oradan bir kazancım yoktu ama yapmak istedim” diyerek anlatıyor o zamanki isteğini. İleride yaptığı bu resimlerin onu Tatbiki Güzel Sanatlar’a girmesini sağlayacağından habersiz bazen de Eşref Kolçak ve Ayhan Işık gibi dönemin meşhur artistlerinin karakalem resimlerini yaparmış. Yanlış anlaşılmaktan utanarak gizli gizli de Türkan Şoray’ı. Bu arada resim yaptığını bilenler ona akademiye gitmesini söylüyorlarmış ancak sanat enstitüsü mezunlarını üniversiteye almıyorlarmış. Seçenekleri arasında meslek yüksek ve teknisyenlik okulları varmış. Sonra özel okullar kurulunca, Koçan da mühendislik okuluna gitmiş. O mühendislik okurken akademide okuyan bir tanıdığı, “Almanlar güzel sanatlar okulu kurdular, sanat enstitüsü mezunlarını alıyorlar” diyince Koçan’ın beklediği fırsat doğmuş. Tatbiki Güzel Sanatlar’ın sınavına girmiş ve sınavı kazandıktan sonra babasından da onay alınca mühendisliği bırakıp akademiye girmiş.

İçimdeki köy-kent çatışmasını evliliğim çözdü

Mühendislik okulundan güzel sanatlara geçince, felsefe ve mantık eğitimi almadığını fark etmiş. O sene on tane kitap satın alıp köyde tatil boyunca onları okumuş. Tabi oğlunun tatilde kafasını kitaptan kaldırmayışı annesini telaşlandırmış. “Ben hayatımda hiç yalan söylemiş insan değilim. Onun için benim sözüme herkes inanırdı. Sınıfı geçip köye geldiğimde annemin ilk sorusu ‘Sınıfı geçtin mi?’ oldu. Geçtiğimi söyledim. Ertesi gün o on kitap için tahtadan bir kütüphane yaptım ve okumaya başladım. Annemde bir telaş, ‘Bu çocuk yalan söylemez. Madem sınıfı geçti neden hâlâ ders çalışıyor?’ diye. Bizde okumak, ders çalışmak diye algılanırdı. Annem telaşlanınca, öğretmen olan amcamın oğluna gitmiş. O da geldi baktı ne yapıyorum diye. Kitap okuduğumu görünce anneme gidip, anlatıyor, ‘Her şey yolunda bu çocuk kendini geliştirmek istiyor, o yüzden okuyor’” diyerek anlatıyor o günleri Koçan.

Ertesi yıl okula döndüğünde bambaşka biriymiş. Utangaçlığını yenmiş, kendinde eksik bulduğu şeyleri tamamlamış. Tatbiki Güzel Sanatlar’da okurken öğrenci lideri ve dernek başkanı olmuş. Öğretmenler Alman olduğu ve Türkçe bilmedikleri için o sıra giriş sınavlarını da öğrenciler organize ediyormuş. “Hocalar soruları sorar, değerlendirmeyi yapar geri kalan işler bizdeydi. Bu bizim için iyi bir deneyimdi” diyor Koçan. O sırada sınava hazırlık kursları da düzenliyorlarmış ve bu sayede üçüncü sınıfta eşi Oya Koçan ile tanışmış. Eşinin modern bir aileden geldiğini söyleyen Koçan, başta aileler arasındaki bu kültür farkının sorun olabileceğini düşünmüş. Koçan, “Aramızda bir kültür farkı vardı. Biz çözmüştük de aileler ne der diye düşünüyorduk. Aileler de gayet iyi karşıladılar ve benim gelişmemde Oya’nın çok büyük katkısı oldu. Benim büyük kent ve köy çatışmam bu evlilik ile çözüldü” diyor. Hüsamettin ve Oya Koçan çiftinin ben diyeyim on siz deyin yüz çocuğu var. Sayıları her yıl artmaya devam ediyor. Baksı Kültür Sanat Vakfı, gözleri ışıl ışıl parlayan Anadolu çocuklarına destek oluyor. Koçan, geçtiğimiz günlerde başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor: “Ben gelmişim diye, köyden bir grup çocuk beni ziyarete gelmişler. Bizim buradakiler de anlamamışlar çocukların niye geldiklerini, ben de olmayınca geri göndermişler. İki gün sonra çocuklar tekrar gelince “Aa bunlar tekrar geldiler” dediler. Baktım ki yaşları on- onaltı arası çocuklar bana lor ve ekmek getirmişler. O kadar hoşuma gitti ki. Bu çok kıymetli ve değerli.”

Gururu olmayanın dini olur mu

Koçan’ın büyüdüğü Baksı’da çocuklar dini eğitim almaları için bulundukları köyün Kur’an kursuna gönderilirmiş. Çocuklar, Kur’an-ı öğrenip ilk hatmini indirdiğinde bu bir tören ile kutlanırmış. Köyün büyükleri çağırılır, hoca çocuğu okutur ve “Tamam” derse, çocuk tek tek büyüklerinin ellerini öpermiş. Koçan da henüz okula gitmeden ilk hatmini indirmiş. İkinci hatim töreninde ise çok heyecanlanmış ve okuduğu sureyi tamamlayamamış. “Tüm büyükler ve Mustafa Amcam orada. Heyecanlanınca ben son sureyi süremedim. Sürmeyince hoca, ‘Sür oğlum, sür oğlum’ dedi. Yine sürmeyince elinde bir kuşburnu çubuğu vardı onunla vurdu bana. O vurunca o kadar ağrıma gitti ki. Ağlayınca ikinci ceza kendi eşeğinin yanına götürüp bizi ısırttırırdı. Kolumdan tutup götürmeye kalkınca ben velveleyi verdim” diye anlatıyor Koçan. Onun ağlamasına Mustafa Amcası yerinden kalkıp hocaya müdahale edince köyün büyükleri, “Mustafa Bey, ne yapıyorsun o adam hoca, çocuklara dini öğretiyor” demiş. Koçan ise amcasının söylediklerini hiç unutmuyor: “Dinini öğretsin diye gönderdik ama bu adam çocukların gururunu kırıyor. Gururu olmayan birinin dini nasıl olacak?” Amcasının bir Anadolu bilgesi olduğunu söyleyen Koçan, “Ezerek bir bilgiyi bir insana aktarmanın mümkün olmadığını biliyordu. O beni korumadı, insanı korudu ve hocaya da bir ders verdi. Bu sadece tarlayı eken biçen, hayvanları güden bir insanın yapacağı şey değil” diyor.

Birbirimize benziyoruz emmioğlu

“Yaşar Abi benim için büyük bir okuldur” diyerek anlatıyor Koçan, Yakın dostu Yaşar Kemal’i. “Onunla karşılaşmak büyük bir şans. O hayatı ve insanı çok seven biriydi. Onun kitaplarını okumak başka bir zenginliktir fakat onunla tanışmış olmak yaşamış olmak olağanüstü bir şanstır” diyor. Koçan ve Yaşar Kemal’in yolu İstanbul’da ortak bir dostları vasıtasıyla kesişmiş, bir daha da ayrılmamış. Ayrıca Koçan, kendi yaşamında yolunu tayin etmede Yaşar Kemal’in büyük bir payı olduğunu söylüyor. Yaşar Kemal de Koçan’ı kendine benzetecek ki ona şu sözlerle sesleniyor: “Biz birbirimize benziyoruz Emmioğlu. Sen de köylüsün, ben de. Senin de baban camide ölmüş, benimki de. Sen de kaza geçirmişsin ben de. Ama sen bana göre biraz şanslısın. Seninki gamze olmuş, ben kör oldum. Senin baban secdede ölmüş, benimki eğilir eğilmez arkasından vurmuşlar.” Koçan da Yaşar Kemal’in ardından, “Anadolu deyince ben Yaşar Kemal düşünürüm, o bu toprağın insanı” diyor. Yaşar Kemal, “Ada Hikâyeleri”ni yazarken Koçan Antalya’da yaşayan dostunu sık sık ziyaretine gidermiş. Yaşar Kemal, sabahları belirli bir saatte uyanır, belirlediği bir mesafeyi yürür ve yazacaklarını düşünürmüş. Yanında olduğu zaman bu gezintilere Koçan da eşlik edermiş. Bir gün Koçan’a “Hüsamettin, çok güzel bir bölüm yazdım, köylüleri kasabaya indirdim. Müthiş bir şölendi ki sorma gitsin!” demiş. Ertesi sabah gittiğinde ise Yaşar Kemal’in yüzü asık, sinirliymiş. Koçan neyi olduğunu sorunca, “Yok bir şey!” demiş. Koçan biraz üsteleyince, “Hüsamettin, sana dün anlattım ya çok güzel bir bölüm yazdım diye. Hikâyede çocukları köyde unutmuşum! Nasıl olur bu benim için büyük bir zihinsel boşluk!” demiş. Koçan, “Olur abi ne olacak? Gider, getirirsin” diyince yatışmış. Ertesi gün buluştuklarında oldukça neşeliymiş, Koçan’a “Hüsamettin, gittim çocukları getirdim. Bana onları köyde unuttuğum için hiç darılmamışlar. Ben de onlara Rus dökme şeker aldım, çok beğendiler. Şimdi çok rahatım!” demiş.

Ne gördüysem onu yaptım

“Ben de ne öğrenip gördüysem onu uyguladım. Öğrencilerimin hep aktif ve öneren olmasını önemsedim. Benden yetişirken ne istendiyse ben de onu istedim” diyor Koçan. Akademisyenliği boyunca öğrencilerine itaat etmeyi değil, öğrendiklerini sevgiyle, coşkuyla sahiplenmeyi öğrettiğini söylüyor ve ekliyor: “Benim yetiştiğim ailenin büyük bir kültürü var. Köy odalarımız, aşıklarımız, masal anlatıcılarımız var. Kendi içerisinde o köy odaları birer kültür merkeziydi. Bu yetişme modelindendir ki Baksı’yı gelip köyüme yaptım. Hayatımı, bütün birikimimi yeniden köyüme getirdim. Başka türlüsü olamazdı. Baksı’yı büyük bir köy odası gibi düşledim ve babama teşekkür için gerçekleştirdim.”

Koçan, geçmişi sevmenin doğduğu topraklardan beslenmenin ve o topraklara minnet duymanın en güzel ve en başarılı örneklerinden biri. Ama onu kaygılandıran bir şey var. Son zamanlarda insanların onun yaşadığı bu hayattan uzaklaşması ve kendi çıkarlarına yönelmesi Koçan’ı endişelendiriyor. Bu durumu biraz da zamanın hızlanmasına ve insanın yenilikleri yönetememesine bağlıyor. “Yeni, bize yabancı geliyor. Onu dönüştürmemiz lazım. Kum midyenin içine girer ve sonunda midye onu inciye dönüştürür ya… Aslında yeni ile ilişkimizin bu olması gerekir. Onu yok etmek, yok saymak değil. Onu kendi kültürümüzle sarıp sarmalamak, insana bir armağan olarak aktarmamız gerekir” diyor. Son olarak “Hayatın size verdiği ödül nedir?” diye soruyorum Koçan’a. Tereddütsüz yanıtlıyor: “Çok mücadele ettim ve hayal ettiklerimi gerçekleştirdim. Beni anlayan insanlar, beni desteklediler. Zorluklarımı aşmamda bana yardımcı oldular. Babam için bir şey yaptım, annem için bir şey yaptım. Buradaki bu dağlar, taşlar için bir şey yaptım. Onun için de hayata müteşekkirim. Yaşadıklarımdan öğrendiğim, insan olağanüstü bir varlık ve çok büyük değerler üretiyor. Ancak bizim o değerleri seçip, çağa adapte ederek başkalarının hayallerini gerçekleştirmek üzere sunmamız gerekiyor. Hayatımdan çok memnunum. Sizinle konuşurken baktığım dağlar da bana bunu böyle söylüyorlar, ‘İyi ki buradasın’ diyorlar.”

#Hüsamettin Koçan
2 yıl önce