|
Ayasofya’ya hizmet eden devlet başkanları

Bir önceki yazımın başlığı, “Merhum Tarihçimiz Ziya Nur ve Ayasofya Hasreti” idi. Tabii ki bu hasreti çeken sadece Ziya Nur Aksun değildi. Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’ndan Refi Cevat Ulunay’a; Necip Fazıl Kısakürek’ten Osman Yüksel Serdengeçti’ye; Arif Nihat Asya’dan Ali Ulvi Kurucu’ya kadar daha birçok yazarımızın ve şairimizin Ayasofya hasretiyle, Ayasofya heyecanıyla, harika yazılar kaleme aldıklarını, duygulu şiirler terennüm ettiklerini biliyoruz. Bizim nesil bu yazıları okuyarak büyüdü. Böylece Ayasofya hasretimiz gitgide büyüdü.

Bu tarihi mabed, kurulduğu ilk günden zamanımıza kadar aktüalitesini hiç kaybetmeyen, ilgi odağı olmayı başarıyla sürdüren, yerli yabancı herkesi cezbeden bir ibadethane idi. Tam bir cazibe merkezi olan Ayasofya kiliseyken de, cami iken de ibadethane idi. Müze oluşu arızîliktir ve 86 yıllık bir fetret devri bittikten sonra bu arızîlik de sona ermiştir. Ayasofya bundan böyle asli ve ulvi kimliğine kavuşmanın mutluluğunu yaşamaya devam edecektir. Ayasofya’ya gösterilen büyük alakayı uzun uzun anlatmaya ne hacet, mabedin önünde ziyaretçilerin oluşturduğu hayli uzun kuyruğa, bir an önce içeriye girmek için sabırsızlanan insan seline bakmak yeterlidir. Oradan geçerken bu manzarayı görüp ben de aynı heyecanı duyuyorum.

Sadede gelecek olursak, Ayasofya hakkında en coşkulu heyecanı onu inşa eden Bizans krallarıyla beraber Osmanlı padişahları yaşadılar. Banisi olan ‘Jüstinyen’i önceki yazımda bir nebze de olsa anlattığım için Ayasofya’ya İslami kimliğini kazandıran Fatih Sultan Mehmet’le başlayayım ve değişik bir ifadede bulunayım, Fatih sadece Konstantıniyye’yi değil, şehir halkının gönülleriyle beraber Ayasofya’yı da fethetti. Bizans’ın en büyük ve en önemli kiliseleri olan Pantokrator Kilisesi ile Ayasofya Kilisesi, önce Allah’ın inayetiyle, sonra Fatih’in ve şanlı askerlerinin (fetih şühedasının) gayretiyle ele geçirilince İslam’ın nuru çan seslerini susturdu ve “Konstantıniyye” “İslambol” oldu.

Fatih şehre girer girmez ilk iş olarak Ayasofya’ya gitti ve iki rekât şükür namazı kıldı. Cuma namazına yetişmesi için gerekli hazırlığın yapılmasını emretti. Bu sırada, bir yeniçerinin avludaki mermerleri koparmaya başladığını görünce fena halde sinirlendi. Hünkâr, mermere sarılan o gafil elde sanatı, güzelliği hırpalamak isteyen bir pençe sezerek haşinleşti ve elindeki gürzle askere engel oldu. Bu olayı Hammer, Ducas’tan şöyle naklediyor:

“Nefer, gürzün şiddetinden çok Hünkâr’ın gazabından (gazab-ı şâhânesinden) yarı ölü hale geldi. Birkaç kişi kendisini kucaklayarak oradan uzaklaştırdı. İşte o heyecanlı hengâme, o mahşeri kargaşalık, o şuursuz karışıklık arasında İstanbul’u ayakta tutan ve şehirden tek bir taşın düşmesini imkânsız kılan bu gürz darbesidir!..”

Ayasofya’da en muhteşem manzara ilk cuma namazının kılındığı sırada ortaya çıktı. Ahmet Muhtar Paşa, “Feth-i Celil-i Konstantıniyye” isimli eserinde bu ihtişamı olanca renkli çizgileriyle ve nev’i şahsına münhasır üslubuyla anlatmaktadır. Buna göre mimarlar ve işçiler gece gündüz çalışarak Ayasofya Kilisesi’ni Ayasofya Camisi haline getirdiler. Padişah, kumandanları, mücahitleri ve gazileriyle alay halinde içeri girdi. İlahi gulguleler kubbelere doğru yükseliyordu. Hafızlar okumaya, müezzinler selalara ve ezanlara başladılar. Cemaat bir ağızdan tekbir alıyor, kubbede hoş yankılar meydana geliyordu. Akşemseddin hazretleri, saygıyla padişahın koltuğuna girip minbere çıkardı. Etrafa hidayet nurları saçan Peygamber kılıcı elinde parıl parıl parlıyordu. Hazreti Fatih, hutbeyi okuduktan sonra minberden inerek Akşemseddin hazretlerini imamlığa davet etti. Böylece yeni Müslüman olan Ayasofya’da ilk cuma namazı kılınmış oldu.

Fatih’in gazilerinden ve divan kâtibi aynı zamanda meşhur Osmanlı tarihçisi Tursun Bey, ünlü eserinde Fatih’in şehre girişini Efendimiz’in Miraç’ta cenneti seyredişine benzetiyor ve “Bihişt istersen eyâ sûfiyâ / Bihişt-i berîndir Ayasofya” diyor. Fatih, Bizans’ın bu kadim kilisesine üç gün içinde ilk minareyi de yaptırınca Ayasofya’nın cami haline gelmesi tescillenmiş oluyor.

Diğer Osmanlı padişahlarının da Ayasofya’yla ilgilerinden – birkaç cümleyle de olsa – bahsedeceğim için İstanbul Fatihi’nin Ayasofya muhabbetini ancak bu kadar anlatabildim. Ayrıntılı bilgi isteyenlerin fetih kitaplarını okumaları gerekiyor.

Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu İkinci Selim de, Ayasofya’ya hem iki minare yaptırdı, hem de mabedin etrafını sarmaşık gibi saran köhne yapıları yıktırarak çevresini tertemiz bir hale getirdi.

Ünlü tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, Ayasofya’nın çevresini ve yapılan işlemi şöyle anlatıyor:

İstanbul’un fethinden sonra Sultan Selim’in zamanına kadar tam yüz otuz beş yıl geçmişti. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nin etrafını parazit binalar sarmıştı. Ömrü bin yıldan fazla olduğundan yıkılma tehlikesi baş göstermişti. Allah’ın inayetiyle bizzat padişah vüzerasıyla, ulemasıyla, ileri gelen devlet adamlarıyla Ayasofya’ya gitti. Durumu görünce camiye bitişik olan evlerin hepsinin yıkılmasını, mülk iddiasında bulunanlar çıkarsa ellerine azıcık bir şeyin verilmesini emretti. Koca Mimar Sinan Ağa’ya hitap ederek: “Yerlerine sağlam payandalar yapıp güçlendir. Muradım cami-i şerifi ihya etmektir, dedi. Sinan Ağa’ya “hil’at-i fâhire” giydirildi ve tamire hemen o gün başlandı.

Rivayet bu ya, Mimar Sinan, caminin kıble tarafındaki dış duvarlara o kuvvetli payandaları dayayınca “Bizans’ın bu köhne mabedinin çok ihtiyarladığını görünce tökezleyip düşmesin diye eline baston verdim!” demiş.

Üçüncü Murat ile Birinci Mahmut’un da Ayasofya’ya bir takım ilavelerde bulunduklarını belirttikten sonra sözü Sultan Abdülmecid’e getirelim.

Ayasofya, bu padişah zamanında ciddi bir restorasyon geçirdi. Bu restorasyonu İsviçreli Mimar Fossati gerçekleştirdi. Ayasofya’nın tamir edilmesini çok isteyen Abdülmecid sık sık gelip giderek tamiratı kontrol altında bulundurdu. 2003 yılında Prof. Dr. Semavi Eyice ile bir röportaj yapmıştım. Merhum, konuşmasının bir yerinde sözü Abdülmecid’e getirip şunları söylemişti:

“Ben, İsviçre’de Fossati’nin arşivini tetkik ettim. Not defterinde Türkçe cümleler kullandığını gördüm. Mesela şöyle diyor: ‘Haşmetmeâb! Bugün mizaç-ı şerifleriniz nasıldır? Bre oğlan! Nirdesün? Çığıra çığıra sesim boğuldu!’

Bu tamir sırasında Abdülmecid, kapının üstündeki İmparator Konstantin ile İmparator Jüstinyanus’un resimlerine bakarak ‘Bunlar kim?’ diye soruyor. Ortada Hz. Meryem oturuyor. İki yanında da İstanbul’u takdim eden İmparator Konstantin, Ayasofya’yı takdim eden İmparator Jüstinyanus! O zaman padişah, ‘Bu kadar masrafla burayı tamir ettirdiğime göre keşke benim de resmim buraya konsaydı’ şeklinde bir cümle kullanıyor. Tabii böyle bir şey, o devirde imkânsız. Halifenin resminin mozaiklerin arasında bulunması mümkün değil. Fossati başka bir şey düşünüyor. Dökülmüş mozaik tanelerini toplatıyor. Yanındaki mozaik ustasına vererek Sultan Abdülmecid’in tuğrasını altın zemin üzerine işletiyor. O tuğranın eşi bende de var. Ben de bunu bir çayırda buldum. Yere atmışlar. Odunlar çürümesin diye üzerine de odunlar istif etmişler. Elli sene önce bir çayırda buldum.

Tabii bu tuğra kayıp. Eski müdürlerden biri bana Topkapı Sarayı’ndaki depoyu gezdiriyor. Bir depoya girince, teşhir edilmeyen kıyamet gibi eşyanın yığılmış olduğunu gördük. Yerde masa kadar yuvarlak bir taş ile karşılaştım. Arkasına baktım. Latin harfleriyle ve siyah boyayla yazılmış ‘Lanzoni’ diye bir imza gördüm. Yahu bu, Fossati’nin yanındaki adamlarından biri. Çevirin şunu, dedim. Baktık, o tuğra! Topkapı Sarayı’nın deposunda yerde duruyor.

Bunu niçin burada muhafaza ediyorsunuz, diye sordum. Götürün bunu, Ayasofya’ya yerleştirin. Ayasofya’yı 1840 yıllarında restore eden Fossati’nin yapmış olduğu Abdülmecid’in tuğrası. Zaten kendisi de orada bir hatırasının bulunmasını istiyordu. Hiç değilse oraya tuğrası konulsun, dedim. Her müdüre rica ettim. Fakat netice alamadım. Daha sonraki yıllarda eski öğrencilerimden biri müze müdürü oldu. Ona da söyledim. Öncekilerin yapmadığı bu işi o yaptı. O taş, şimdi Ayasofya’da! Girişte kapının sağ tarafında, duvara rekzedilmiş halde duruyor. Altında da şu yazı bulunuyor:

“1840 yıllarında Ayasofya’yı restore ettiren, Sultan Mecid’in Fossati tarafından yapılan tuğrası.”

Bu yazıyı şu cümleyle bitirelim.

Osmanlı padişahlarından sonra Ayasofya’ya en büyük iyiliği Sayın Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Onu camiye çevirmekle ecdadın yolundan gittiğini fiilen de göstermiş oldu. Unutmayalım. Ayasofya Türk’ün Kızılelması’dır!...

#Ayasofya Camii
#Tarih
#Aktüel
#Dursun Gürlek
1 yıl önce
Ayasofya’ya hizmet eden devlet başkanları
‘Muhteşem müttefik’…
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi