
Hücre-i iştigâlimde idim, bu ay Yeni Şafak Kitap eki içün ne yazsam diye düşünüyor, yazmaya yeltendiğim kelimeleri beğenmiyor, aklıma gelen mevzuları neresinden tutup da kağıda dökeyim diye debelenip duruyordum. Aşağıdan, taşlık kapısından sesler geldi, biri kapıya vurmuyor, adeta yumrukluyor, tekmeliyor, adam akıllı hırpalıyordu! Bir an önce kapı açılsın da bu tahammül-fersâ gürültüden halâs bulayım diye kıvranıyorken kahya fırladı. Kapıyı açıp geleni selamlıkta bir köşeye oturtmuş, der-akab bana koşmuş. Efendi baba, kapıya vuran bir memur imiş; hariciyeden geliyormuş, dedi.
Güneş batmak üzere, kışa rağmen birkaç gündür fanilerin neşesini kıskanmayan güneş, ılık yüzünü bahşetmekten geri durmuyor. Güneşi görünce gelen keyfim, hazırlanan ve haremlik katına kadar sokulan yemek kokularıyla iyice katmerleniyorken bu kaba ziyaretçi biraz asabımı bozdu. Fakat, “devlet umûrudur Rüstem, sakin ol” diye kendi kendime telkin verdim. Üç beş beden hareketiyle asabımı teskin edince selamlığa indim.
Kahya, buyrunuz beyefendi, mesele neyse arz ediniz, deyince oğlan adını dahi demeden, “Baba Rüstem, ilm-i siyaset ve ahvâl-i memleket konusunda dirayet ve kiyâsetiniz cümlenin malumu. Hariciye vekili Fidanzâde Hasan Bey gönderdi fakiri. Git, Baba Rüstem’e sor, vaktiyle vatan bildiğimiz ve İslam’la 14 asırdır tanışık komşumuz Vilâyet-i Şam bir zalimden kurtuldu. Fakat içeride tedhiş peşinde olan, Ziyûnizm’in uşağı birtakım başı-büyük küffâr devletlerin arkasına takılan gruplar hâlâ diri; biz de bunların imhasına azmettik. Urus, üss edindiği pek çok yerden çekildi; Müctemi‘a-i Amerika ses etmedi; fakat Garbî Avrupa’da ‘boynuna sahte yele geçirip aslan taklidi yapan sırtlan-sûret’ küçük devletçikler var. Bunlardan medet ve imdat isteyen mahut grupları sözümüzü eslemezler ise biz imha edelim mi? Yoksa yine beynelmilel konjonktür, düvelin tamamiyet-i mülkiyesi falan fistan diyerek bir eşref saat mi kollayalım?”
Bütün bunları, vazifesinin omzuna yüklediği sıkletten olsa gerek, yek avazda, neredeyse nefessiz anlatan delikanlıyı evvela yatıştırmak istedim; adın nedir evladım, diye sordum. Hakan, dedi. Sonra kahyaya kahve ikram etmesini söyledim, nihayet Hakan’a döndüm. Yavrum, dedim, Hasan Bey oğlumuza söyle, teröristin tıynetidir terörizm; iflah olmaz. Devlet uluları zaten icap eden beyanatı vermiş, ikaz etmişler hepsini. Kulak asmak yerine birtakım maskaralardan medet umuyorlarsa vâ esefâ! Akıbeti geciktirebilirler, fakat mâni olabilemezler. Türk’ün vaktiyle gölgesinde dinlenen bütün akvâm için döktüğü kan yetişir. İmdi haylazlık edenin kafasına balyozu indirmek gerek! Hem Françe kralıyla vükelâ ve erkânının soytarılıklarını ilk defa işitiyor değiliz. Merhum Sultan III. Ahmed devrinde de haşmetlü padişah efendimize “şu herifi asın, şunu da görevden alın” diyen “edepsiz” Françe elçisine haddini bildirmişti Türk sadrazamı:
“Mısır valisinin azli ve korsan Hasan Reis’in ve iskelelerde olan Yahudi ümenâsının haklarından gelinmeyi yazmışsın. ... Şevketlü ve azametlü padişâh-ı rû-yı zemin hazretlerinin vükelâsı ve ümenâsı kimsenin sözüyle azil ve nasp olunmaz, padişâh-ı İslam’a mahsus maslahattır. ...Bu makûle haddiniz olmayan hususu yazmak değil, lisana getirmek bile terk-i edebdir!”
Yani ki herkes haddini bilecek, edepsizliğe lüzum yok, buyurmuştu. Şu anlattığım kıssayı da aynen naklet Fidanzâde oğlumuza; dahi hacalete ve merhamete mahal yok, gereken neyse yapsınlar, dedim. Elimi öpmeye yeltendi, aman evladım deyip kalktım! Hanım artık kapıyı kıracak, “huuu erenler, dondum dışarıda, aç kapıyı artık!” Fena içim geçmiş; hemen fırladım yataktan, kapıyı açtım, buyur ettim hanımı. Kalkıp derhal masanın başına geçtim. Ayşe Hanım aramadan göndereyim yazıyı dedim.







