|
Kopuş vakitleri

“Ne oldu, donup kaldın adeta?” diye sordu kadına. “Sanki ortada hiçbir şey yokken hayatımın akışı bir yerinden koptu, neyi nereye nasıl bağlayacağımı bilemiyorum!”

Yaşayıp giderken ne olduğunu bilemediğimiz bir şey oluyor ve her şey bizden hızla uzaklaşmaya başlıyor. Adeta irtibatlı olduğumuz her şeyi o an sessizce elimizden bırakıveriyor, aynı anda yine hemen her şeye ilgimizi kaybediveriyoruz. Sanki her şeyin sıcaklığı hızla düşüyor, içimizi ısıtan ne varsa hızla soğuyor ve artık ısıtmaz oluyor. Her şeyle aramıza mesafeler giriyor, yakınında olmayı istediğimiz, öyle olmayı güvenli bulduğumuz şeyler adım adım bizden uzaklaşıyor. Kendinde neler olup bittiğine bigâne kalmayan herkes bu kopuş anlarını tecrübe etmiştir. Hayatın seyri içinde hepimizin sıkça ya da çok daha seyrek olarak içine düştüğümüz böyle türbülans vakitleri var. O vakitlerde her şeye karşı engel olamadığımız bir kayıtsızlık içine giriyoruz. Olabilecek herhangi bir şeyin, bizi bir daha hayatımızın sıcak odalarına geri döndüremeyeceğine dair neredeyse sabit fikirlere kapılıyoruz ve büyük bir soğuma hissi kaplıyor içimizi. Bu neden oluyor, bilmek zor. ‘İnsan denen meçhul’ün böyle esrarına vakıf olamadığımız gizemleri var.

Fernando Pessoa, ‘Huzursuzluğun Kitabı’nda, hepimizin zaman zaman düştüğü bu türbülansa kendince bir açıklama getiriyor: “Dikkat çekici bir tarafı olmayan solgun yüzünde, hatlarına herhangi bir özellik katmayan acılı bir hava seziliyordu. Bunun altında ne tür bir acının yattığını anlamak kolay değildi -bir çok ızdırabı kendinde toplamıştı adeta, mahrumiyet, bunalım, kayıtsızlıktan doğan acı, kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur.”

Hayatın kopuş anları neyse ki her şeyi tarumar edecek kadar uzun sürmüyor; hayat sebebini bilemediğimiz bir şekilde durdurduğu ritmini ardından başka kozlarını sahneye sürerek geri alıyor kısa zamanda. Türbülans uzayıp gitmiyor, yerini yeniden doğal gidişatına bırakıyor. Bu böyle oluyor diye bu duraksama anlarını, bu boşa düşme vakitlerini görmezden gelip yola devam etmek mi gerekir, yoksa bunun bir sebebi olmalı, belki hayat bu ani manevralarla makineleri kapatıp öz sesini bize duyurmak istiyor. Bize durup düşünelim diye, kapıldığımız gündelik illüzyonlardan çıkıp gerçeklerimizle yeniden karşı karşıya gelip yüzleşebilelim diye bize sıra dışı fırsatlar sunuyor. Belki de bizi seven ve iyiliğimizi isteyen bir el, arada bir sarsılıp kendimize gelelim, akışa kapılarak neleri dikkatimizden uzakta tuttuğumuz konusunda bir şuur kazanalım diye bize şefkatle dokunuyor.

“Manayı kendimize hapsediyor ve bütün bu sonsuzluğun ve yüceliğin manasız bir doluluğu kalmadığına ve tekrarladığına hükmedip çıkıyoruz. Sanki bu enginliği dolduran bütün dünyalar bizim içimizle bir münasebet kabul etmeyen dışarılık ve ablak objeler alemidir. Sanki insan ve kainat, iki zıt mahiyet içinde birbirini iki yabancı gibi seyrediyor. İkisinin de birbirine aynı mana nizamı içinde bağlı olduğunu bir bedbaht şimşeği içinde idrak ettiğimiz halde inkar ediyoruz” diye yazmış ‘Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ kitabında Peyami Safa.

Seninle gelmeyecek şeylerin peşinde şuursuzca koştururken, hayat bazen bir fiskesiyle sana her şeyin gerçek pahasını hatırlatır ve asıl değerli olanı nerede unuttuğunu sana sorar.

“Gözün kapalı yürürsen ya bir şeylere toslar ya takılıp düşersin” dedi meczup, “gözünü aç ki, nereye gittiğini görebilesin!”

#Fernando Pessoa
#Matmazel Noraliya’nın Koltuğu
#Peyami Safa
#Gökhan Özcan
1 yıl önce
Kopuş vakitleri
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler