|
Alevi diyanet örgütü

İran Devrimi''nden sonra, ülkemizde Alevî-Sünnî ihtilâfının dıştan etkileneceği ve şekilleneceği şüphesizdi. Çaldıran''dan önce halk arasında böyle bir bölünme yoktu. Fatih Sultan Mehmed de, Uzun Hasan da Ehl-i Beyt Sevgisi izhar eden kimselerdi. Doğu Anadolu''da fıkhî mezheb açısından sünnî olan birçok tarîkat; Oniki İmam''ı tanıyor ve “Ehl-i Beyt imamları” olarak biliyordu. Erdebil Ocağı; Timur Ankara Savaşı''ndan sonra Anadolu esirlerini bugünkü Özbekistan''a götürürken, bunların müslüman oldukları ve bırakılarak Anadolu''ya dönmelerinin sağlanmasının iyi olacağı yönünde şefaat ettiği için, Osmanlı Sarayı her yıl, minnetini Erdebil Ocağı''na nezir göndermekle ifade ederdi. Ne var ki Yavuz Sultan Selim; Şah olan Şeyh İsmail''in Anadolu''daki nüfuzunun artmasından çekindi ve Erdebil Ocağı''na karşı savaş ilân edebilmek için, kötü bir adım attı: Şah İsmail''in, Kur''an-ı Kerim''i –hâşâ ve neûzubillah– necasete attığı ve komutanlarının karılarını “tasarruf” ettiği gibi gerekçelerle, fetva aldı ve İran''a yürümeden önce “nizâm-ı âlem” için kırkbine yakın kişinin defterini dürdü. Geçen Cuma günkü “yaslı iftar”da Reha Çamuroğlu da başka kelimelerle benim yıllardır söylediğimi söylüyordu: Çaldıran, gaalibi olmayan bir savaştır! Ne var ki hatta bugüne kadar ülkemizde bu gerçeği anlayanlar az sayıda kaldı. Yahya Kemal Merhum, yirminci yüzyılda, “Çaldıran Savaşı gecesinde, Ravza-i Nebevî kapısından Cibril''in gidip gelerek ertesi günkü Savaş''da Şah İsmail Ordusu''nun yenilgisi için Allah ve Resulü arasında iletişim sağladığını” nakleder. Yazık ki şairler görmediklerini söylerler. Oysa o gece gerçek Sevgi erleri Ravza-i Mutahhara''dan yansıyan acıyı duymuş olmalı idiler: “Vah ümmetim! deyu ağlar Muhammed”. (S.A.)

Olan oldu ve nihayet bugünlere geldik. Batılılar, Devlet ve Din örgütlenmesi açısından, Fransız Devrimi''nden sonra, kendi tarihî gelişim süreçlerine göre üç örnekten birini benimsediler. Fransız Devrimi; şeklî ve maddî açıdan dinden ayrılık sisteminin benimsenmesine yol açan bir süreci başlattı. Alman toplumundaki tarihî gelişim, yüzelli yıl kadar sonra, Katolik ve Protestan Kiliseleri''ni birer kamu tüzel kişiliği olarak görüp dinî kamu hizmetlerinin karşılanmasında bu kiliselere görev ve yetki tanıdı. Kiliseye bağlı olmayı ihtiyarî saydı. Kilise vergisini, kiliseye bağlı olmayı seçen vatandaşlarından toplayıp kiliselere tevdi etmeyi de üstlendi. Protestan ve Anglikan kiliselerinin hakim olduğu ülkelerde de, Alman ve Fransız sistemlerinden farklı olarak, Protestan hükümdar, aynı zamanda resmî kilisenin reisi sayıldı.

Osmanlı Hilâfeti 1924''de lağvedildikten sonra, Hilâfet TBMM''nin manevî şahsiyetinde “mündemiç” sayıldı ise de aynı yıl ilan edilen 1340 (1924) Anayasası''nda bundan bahis yoktu. Ne var ki “Devlet''in dini İslâmdır” denmekte idi. 1928 yılında bu da kalktı. Ne var ki Diyanet''in; tüzelkişilikten yoksun bir makam olarak Genel İdare içinde yer almasından vazgeçilmedi. Bizde Devlet''den ayrı oluşmuş bir “Diyanet tüzelkişiliği” olmadığı için, dînî hizmetleri dinî cemaatlere terk etmek sakıncalı görüldü. Bugüne kadar da bu endişe sürdürüldü. Böylece; Batı''nın hiçbir “lâiklik” uygulamasına benzemeyen bir sistem doğdu. Bu da “Kemalist Lâiklik” olarak adlandırıldı. 28 Şubat''dan önce ve 28 Şubat''dan sonraki birinci Abant toplantısında, ondan sonra da bugüne kadar, Alman sisteminin Türk toplumunun tarihî şartlarına uydurulmasını savundum: İslâm Dini''nin ortak inanç ilkelerine uygun olarak birer “mekteb=mezheb” oluşturan Sünnî Mezhebler için bir Diyanet örgütü, ve bir de, ya bu tek Diyanet içinde özerk bir seksiyon olarak, yahut ayrı bir özerk kamu tüzelkişiliği olarak bir de Oniki İmam Mezhebi Diyanet örgütü ve özerk kamu tüzelkişiliği!

Birinci Abant toplantısında bu görüşümü savunmaya başladığımda, önce “Özerk kamu tüzel kişiliği”nden bahsettiğim için, karşımdaki sünnî çehreler - yanılmıyorsam hiçbir Alevi de yoktu - gayet ferahlı ve beşûş görünüyorlar ve beni tasvib ediyorlardı. Ne zaman ki sözüm Alevîlerin de diyanet kamu hizmeti örgütüne sahip olabilmeleri için, cemevlerine sema''hane gözüyle bakıp, bir de Oniki İmam Mezhebi''ne göre ibadet edilen mescide de sahip olmalarından bahseyledim, cümle Azîzan, beşûş iken abûs oldular ve Özerk Kamu tüzelkişiliği hevesinden yüz döndürerek bana: Alevî vatandaşlarımızın böyle bir talebi yok! dediler. Bu sorunu görmezden geldiler.

Tekke kurumu ilga edildiği için, camilerin yönetiminin Diyanet İşleri Başkanlığı''na ait olacağı da kanun hükmüyle dayatıldığı için, bizde bu gibi durumlarda –başörtüsü-türban sorununda olduğu gibi– derhal “kanuna karşı hile” yolu, kelime değişikliğiyle açılmaya çalışıldı ve adı ne tekke, ne de cami'' olan, “Cemevi” terimi uyduruldu: Lâtin harfleri sayesinde, dileyen bu kelimeden “âyîn-i cem” evini, dileyen; cami''de olduğu gibi “toplanma evi”ni anlardı. Esasen İslâm ma''bedinin adı “cami''” değil “mescid” idi. Büyük olan ibadet yerlerine “mescid-i cami''” dendiği için, “cami''” terimi doğmuş idi.

Ey Azîzan, ben sözümü söyleyeyim de, isterse hasmolsun bütün âlem bana! Özbudun Anayasası''nın Alman sistemini benimseyeceği söyleniyor. Doğru ise, bizde Alman sistemi ancak böyle olur. “Materyalist Alevîlik” veya “Alisiz Alevîlik” diyen –Allah şifâlarını versin– Zevat''ın dernek, dünbelek, vakıf ve sakıflarına “diyanet örgütü” işlemi yapmak, akıllara ziyandır ve sonuçları vahîm olur. Bu sözleri söyleyenlerin hiçbiri “Alevî” değildir. Bir zamanlar Arap İslâmı (Sünnîlik), Acem İslâmı (Şiîlik) ve Türk İslâmı (Alevîlik) ayırımını yapanlar; şimdi Allah''a hamdolsun ki “İslâm Alevîliği” demektedirler. Ne var ki İslâm Alevîliği ancak benim dediğim şekilde olabilir: -Ehl-i Beyt mezhebi fıkhı ve –Mevlevîlik gibi– Alevî-Bektaşî tarîkati! Bu iş kolay değildir. Ne var ki başka bir çözümü yoktur. Allah encamımızı hayreylesin ey Azîzan! Önce sağlama, sonra bağlama!.

16 yıl önce
Alevi diyanet örgütü
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’