|
Yeni anayasada neler yer almamalı

Yeni anayasa hazırlıkları ile ilgili arayışlarda nelerin yer alması gerektiğine ilişkin anlayış, tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Neredeyse kimse, nelerin yer almaması gerektiğine dair bir fikir serdetmemektedir. Bundan öte farklı toplum kesimlerinden bu yönde gelen teklifler, birbirine çok zıt önermeler taşıdığından bir konsensüs zemininin oluşması da zor görünmektedir.

Oysa ki, mevcut anayasanın en çarpıcı yönü, toplumun farklı kesimlerini, farklı etnik grupları rahatsız eden, sıkıntıya sokan, baskı ve tepkilere yol açan maddeleridir. Anayasanın başlangıcını teşkil eden, tek parti dönemi resmi ideolojisine dayanan ilk üç maddesi başta olmak üzere bir kısım maddeleri bu sıkıntılara, toplumsal ve siyasi travmalara yol açmakta ve köklü değişim ihtiyacını belirlemektedir.

Asıl itibariyle sorunun kaynağını, Batı Avrupa ve ulus-devlet anlayışı kaynaklı merkeziyetçi Anayasa olgusunun kendisi teşkil etmektedir.

"1500-1700 yılları arasında Avrupalıların dünyayı tasarlama planlarında ve bütün düşünce tarzlarında çarpıcı değişimler başgösterdi. Yeni zihniyet ve yeni kâinat anlayışı modern çağın karakteristikleri olan Batı uygarlığının özelliklerini taşır. Bunlar geçen üçyüzyıl zarfında kültürümüze hükmeden paradigmanın temeli oldular." (Capra, Fritjof, The Turning Point, 1989)

Aynı dönem batıda Aydınlanma (Enlightenmet) Düşüncesi''nin çağı oldu. Din ve kilise eksenli Ortaçağ Avrupası''ndan epistemolojik ve paradigmal bir kopuşu temsil eden bir dönem olarak modernliğin ve modernizmin temellerini oluşturdu. Avrupa düşüncesinde köklerini aristo''nun dualisminde bulan bir dualism anlayışı doğdu.

Cartesian metafiziğin temelini oluşturduğu Aydınlanmacı felsefi akımlar, ardından Thomas Hobbes ile başlayan Toplumsal Sözleşme (Social Contract) teorileri J. Locke ve J. J. Rousseau''nun çalışmalarında billurlaştı. (Thomas Hobbes, Leviathan; John Locke, Two Treaties On Government,1983; Rousseau, Du Contrat Social, L''origine De L''inégalite.)

Bunun yanısıra, Batı''da Yeryüzü Cennetleri''ne ilşkin, kitaplar ortaya çıktı, Bacon''ın Yeni Atlantis''i, Thomas More''un (1478-1535) Utopia''sı bunların en bariz örnekleriydi. Kökenleri, Plato''nun Devlet (The Republic), Saint Augustin''nin Tanrı Krallığı (The City Of God), Farâbî''nin El-Medînetu''l-Fâzıla adlı eserlerine dayanan, Yeryüzü cennetleri fikri, Batı Avrupa''da, mezhep savaşları, Yüzyıl ve Otuzyıl savaşları gibi kargaşa dönemlerinde, istikrar ve barış ortamına duyulan özlem ile bütünleşti.

Anayasa (Constitution) olgusu, Batı Avrupa''da aydınlanma dönemi fikri ve siyasi akımları, ardından 1789 Fransız İhtilali, ulus devlet fikrinin gelişme gösterip, Batı Avrupa''da ulus devletlere dönüşüm sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Bu yüzden Batıdaki Anayasal devlet düşüncesi daha çok Fransız modeline uygun Jakoben düzen ve istikrar adına bireyi ve toplumsal farklılıkları feda eden, merkeziyetçi, devletçi, tek-tip, mutî yurttaşı hedefleyen bir temelde gelişti.

Osmanlı devleti askeri ve siyasi alanda batılılaşma yönündeki reform sürecinde bu modeller üzerinden hareket etti. Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat fermanları ile gelişme gösteren bu siyasal ve toplumsal reform süreci 1293/1876''da ilan edilen ve Meşrutiyeti öngören Kanûn-i Esâsî''nin ilanı ile Anayasal bir veçhe kazandı. 1876''da yürürlüğe konup, 1293/1877-78 Osmanlı-Rus Harbi akabinde askıya alınıp, 30 yıl sonra 1324/1908''de yeniden ilan edilen Kanun-i esâsi çok ciddi siyasi ve toplumsal travmalara yol açacak maddeleri barındırmaktaydı. Bu anayasanın en önemli özelliği bir imparatorluğun, merkeziyetçi ulus-devlete evrilmesi ile sonuçlanacak keskin maddeleri içermesiydi. Zaten 1908''de II. Meşrutiyetin ilanının Ardından Osmanlı toplulukları arasında zirve yapan sıkıntıların kaynağını oluşturmaktaydı. Özellikle, Osmanlı askeriye ve bürokrasisinin en güçlü topluluğu ve Balkanlar/Rumelideki en önemli unsuru olan Arnavut sorununa kaynaklık edip, kısa zamanda Arnavutların Osmanlı''dan kopuşunu ve bununla bağlantılı olarak Edirne''ye kadar tüm Rumeli/Balkan topraklarına veda edilmesi sonucunu doğurdu.

Daha, Kanûn-i Esâsî''nin birinci maddesi merkeziyetçi ve adeta ulus-devletin üniter yapısına vurgu yapan bir nitelik taşımaktaydı. Özellikle 18. Madde tam bir kopuşu belgelemekteydi:

"Tebaa-i Osmaniyyenin hidemât-ı devletde istihdâm olunmak içün devletin lisân-ı resmisi olan Türkçe''yi bilmeleri mecburidir."

Bunu dışında gerek 57. Gerekse 67. Madde ile resmi dil vurgulanmış, Meclis-i Meb''usân''a seçileceklere de Türkçe bilme mecburiyeti getirilmiştir.

Halbuki, asırlarca anayasasız yönetilen impartatorlukta, anayasanın ilanı akabinde oluşan siyasal ve toplumsal sorunların önemli bir bölümü sözkonusu bile değildi. Osmanlı''da resmi dil ve mecburiyeti söz konusu olmadığı dönemlerde çok farklı dil ve etnik kökene sahip topluluk ve milletler birarada yaşama iradesi gösterebilmekteydi. Tebaa Müslim-Gayr-i Müslim tasnifine tabi tutulmaktaydı. Yanısıra, bir imparatorluk dili haline gelip artık bir lingua Franca haline gelen Osmanlı Türkçesi zaten Rumeli başta olmak üzere, birçok yerde yazı dili olarak kullanılmaktaydı. Mısır''da, Beyrut''ta, Şam''da bile Türkçe kitaplar basılıyor, birçok yapı kitabesi zaten Türkçeydi. Hatta bu Cezayir ve Tunus''ta bile bu şekildeydi. Ayrıca, saraya ve yerel bürokrasiye verilen arizalar her dilden olabiliyor, bunlar resmi makamlara arzedilirken Osmanlı Türkçesi ile olan çevirileriyle birlikte arzedilmekteydi. Örneğin, Siirt''in Şirvan Kürt Beyleri Mehmed ve Mehmed Said Beylerin, Mekke-i Mükerreme Emirleri Avnu''r-Refîk ve Galip Paşaların, Katar kazası kaymakamı Câsimu''s-Sânî''nin, Kuveyt kaymakamı Mübarek Es-Sabah Paşa''nın Arapça yazdığı arzıhaller, ya da Şeyh Seyyid Taha El-Hekkârî''nin yazdığı Farsça arizalar; Karadağ Vladükasının, Belgradlı Kara Yorgi''nin Sırpça yazdığı arzıhaller, Bâb-ı Alî tercüme odasında Osmanlı Türkçesine tercüme edilip asılları ile birlikte padişaha sunulmaktaydı. Ya da Türkçe bildikleri için veya Türkçe bilen kâtipleri vasıtası ile , Kadiri Şeyhi Bitlisli Müştak Baba, Cizre Mütesellimi Bedirhan Bey, Mahmudi Beyi Evliya Paşa, Seyyid- Şeyh Tahazâde Seyyid Ubeydullah En-Nehrî arizalarını Osmanlı Türkçesi ile yazıp göndermekteydiler.

Kanûn-i Esâsî''deki resmi dil dayatması bir imparatorluğun II. Meşrutiyyet sonrasında dağılmasını hızlandıran en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Düşünün ki, Yemen-San''â''da, Hudeyde''de veya Basra -Müntefik''te, Uceyr''de bir kimse hükümete ait bir müessede odacılık dahil bir görev talebinde olacak ve Türkçe bilmeye mecbur kılınacak.. Böylesine geniş bir coğrafyada, Rumeliden Yemen ve Basra''ya hüküm süren bir imparatorlukta, anayasasında bu tarz bir resmi dil dayatması elbetteki travma ve dağılma ile neticelenecekti. Önce Arnavutların ayrılması, sonra da Cemal Paşa''nın Suriye valiliği esnasında araplara Türkçe konuşma mecburiyeti getirip baskılar uygulaması, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere''ye'' Türkçe levhalar asılması, bu bölgelerdeki mekteplerde Türkçe eğitim mecburiyeti getirilmesi Osmanlı-Arap dünyasında da ciddi travmalara yol açmış, birinci cihan harbinde Mekke-i Mükerreme emiri Şerif Hüseyin Paşa''nın İngilizlerle işbirliği yaparak ayaklanmasına elverişli zemin hazırlamıştır.

Bu Konunun Devamı Gelecek Yazıda.

12 yıl önce
Yeni anayasada neler yer almamalı
Yıldızlar bir bir kayıyor!
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir