|
Ey dünya! Zem, zem!*

1990''lı yıllar. Otobüsle Lüleburgaz''a gidiyorum. Yanımda bir asker var. Dağıtım izninden birliğine dönüyor. Yüzünde kısmen köse olduğunu da belli eden 15-20 günlük bir sakalı var. Lüleburgaz''a yaklaşırken yanımdaki genç yerinden kalktı ve şoförün yanına gidip bir şeyler söyledi. Geri döndüğü andan itibaren gözü bir saatinde, bir yoldaydı. ''Hayırdır'' diye sordum, ''İmam Hatip Lisesi mezunu olan'' bendenize, akşam namazının vaktinin çıkmak üzere olduğunu hatırlatttı. O dakikadan itibaren o gencin namaz vakti geçmeden Lüleburgaz''a varıp varamayacağımız konusunda endişesi sürüp gitti. Ben ise epeyce(!) rahattım. O gence ''namazı kaza ederiz'' dedim ama dediğime, diyeceğime pişman oldum. Yüzüme öyle bir baktı ki... Yatsı namazına bir kaç dakika kala Lüleburgaz''daki otobüs yazıhanesine ulaştık. Aşağıya indik ve ben namaz kılabileceğimiz yer aramaya başladım. Görevli bana yazıhaneyi tarif ederken bir yandan da otobüsten birlikte indiğimiz gence ''gel'' demek üzere arkamı döndüm. Gördüğüm manzara beni öyle bir çarptı ki... O genç, boynundaki atkıyı yüzlerce insanın gelip geçtiği kaldırıma sermiş, namaza durmuştu.

ZEM, DUR DEMEKTİR...

Yazıya da bu hatırayla başladım çünkü hac ibadeti boyunca beni çarpan en önemli hadiselerden birini Zemzem sebilinin başında yaşadım. İki bidon alıp Beytullah''a 50 metre uzaklıktaki zemzem sebilinin önündeki kuyruğa girdim. Önümde Çinli (Doğu Türkistanlı değil, Çinli...) arkamda Iraklı bir Müslüman. Yarım saat sonra çeşmelerin yanına kadar gelmiştim. Bidonlarımızı yerde dizili duran diğer bidonların yanına koyup beklemeye başladık. Benden önceki hacının son bidonu da dolmak üzereydi ki birden Zemzem akan çeşme akmaz oldu. Halbu ki, tam da sıra bana gelmişti. Kim kesti bu suyu diye sinirli bir şekilde ayağa kalkarken ihtiyar bir hacının sesi duyuldu: Salah, hacı salah! Yani namaz, namaz..." Saate baktım, akşam namazı yaklaşmıştı. Zemzem sebilinin vanası, namaz vakti geldiği için kapatılmıştı. Bidonlarımızı öylece bıraktık, bulunduğumuz yere seccadelerimizi serdik ve hayata namaz arası verdik. Tıpkı 1990''larda otobüste yanıma oturtulan o gencin hayatın en işlek yeri olan kaldırıma serdiği atkı gibi tesirliydi Zemzem''in bir anlık kesilişi... ''Zem'' Arapça ''Dur'' demek. Hazreti Hacer oğlu Hz. İsmail''in ayakları dibinde akmaya başlayan suyu görünce Zem! Zem! diye seslenmiş akıp gitmesin diye... İsmi bu yüzden Zemzem kalmış. Zemzem, o akşam namazı vaktinde dile gelip, bize sesleniyordu: Dur! Hayata biraz ara ver. Kendine gel. Nereye bu gidiş. Nereye yetişeceksin? Sakinleş. Huzura gel.

HUZURA ÇAĞRILINCA...

Döndükten sonra ziyaretime gelip, ''anlatsana'' diyenlere konuyu hep en başından itibaren anlatıyorum. Çünkü gerçekten bir ''çağırılma'' durumu var. Buna nasip de diyebilirsiniz. En başından anlatıyorum, çünkü işin bal kısmı, tatlı kısmı ya da haz veren kısmı gitmekte değil. O çağırılma anından itibaren varıncaya kadar geçen süre... Kimi benim gibi 3 ay bekliyor, kimi 5 yıl. Fakat ne yazık ki, o sürenin aslında ne kadar tatlı ve önemli bir süre olduğunu, o süre zarfında başımızdan geçenlerin aslında herbirinin bir anlamı olduğunu gidince farkediyoruz. Eğer o sürede başımıza gelenler konusunda sabır gösterebilmişsek, sınavı vermişsek, oraya, yani Arafat''a çıkınca koca bir tebessüm ediyoruz. Benim ya da birlikte yola çıktığımız Yeni Şafak Reklam Genel Müdürü Abdullah Hanönü kardeşimin yaşadıkları böyle tebessüm ettiren şeylerdi. Başka bir yazıda onları da anlatırız kısmetse. Benim ''çağırılma''ma vesile olan ise Yeni Şafak Cumartesi eki muhabirlerinden Aysel Yaşa''ydı. Aysel, hac kurasına katıldığını ve kuranın kendisine de çıktığını, bu sene hacca gideceğini iletince, birden içime bir ateş düştü. O ana kadar ne aklımdan geçmişti, ne de bir hazırlığım vardı bunun için. Ama gittik ve geldik. Çok şükür.

HAC, NİYETLE BAŞLIYOR...

Mekke ve Medine''de konuştuğum hacı anneler, hacı babalar, kaç yıldır hacca gitmek için beklediklerini, sonunda kavuştuklarını anlatmıştı. Dönünce birara gidip geldiğim için şükrederken, uzun süredir kuranın çıkmasını ve hacca gitmeyi bekleyenleri düşündüm. Ardından İstanbul Atatürk Havalimanı''nda rehber hocalarımız Mehmet Yıldırım ve Murat Nergis eşliğinde ettiğimiz hac niyeti, hatta üç ay öncesinde bu niyetin ilk kalbime düştüğü an geldi aklıma. Peşinden, Hac''cın en başından en sonuna kadar niyetlerden oluşan bir ibadet olduğunu hatırladım. Aslında bu durumda benim haccım üç ay sürmüştü sadece. Ya 5 yıldır bekleyenler? 5 yıl önce hacca niyetlenenlerin ve henüz kura çıkmadığı için beklemeye devam ederken hac niyetinde sabit duranların, hayatını o niyete göre dizayn edenlerin, o niyet anından başlayıp Arafat''ta vakfe durana kadar aslında bir hac yolculuğunda olduklarını farkettim. Ne yalan söyleyim, niyetlerinden vazgeçmeksizin, sabırla, hasretle, hatta ağlaya ağlaya beklemeye devam edenlere imrendim.

PİLOTTAN DUA İSTEĞİ...

Hac yolculuğunun havası, havalimanında kefeni andıran ihrama girdikten sonra daha çok sarıyor insanı... Uçağa binildiğinde ise tüm yolcuların baştan ayağa bembeyaz olduğunu görüverince işte o zaman uçuş başlıyor. Türk Hava Yolları''na ait bir uçakla gittik Cidde''ye. Uçak havalanınca, biraz sonra kutsal toprakların sınırlarına girecek olmanın heyecanını kuşanıverdik. Fakat böyle bir atmosferde bile şeytanlar hala içimizde geziniyordu. Henüz Atatürk Havalimanı''ndayken, dünyanın dört bir yanından gelen ve ülkelerine giden binbirçeşit kıyafetli turistlerin arasında, yani seküler hayatın tam da orta yerinde, bir gazeteci olarak iki havludan oluşan kıyafetimle gezinirken ruhumu sıkan ikircikli bir ruh haline girip çıktığımı hatırlıyorum. O ikircikli hali, uçakta, hacı adaylarından dua isteyen pilotu duyunca da yaşamıştım ama pozitif olarak. Ülkemin pilotuyla aynı duyguları hissediyor olmaktan mutluluk duymuştum. Hac dönüşünde ise dış hatlar gelen yolcu bölümünde mescit olmadığı için namaz vaktini kaçırmamak adına gazeteci arkadaşlarla bagaj bölümünün yanı başında seccademizi yere sererek kıldığımız öğle namazıyla, giderken sahip olduğumuz tüm ''acabalarımız''ın yerini teslimiyetin aldığına şahit oldum. Yani artık hayatımızda sadece ''O'' vardı ve gerisi hikayeydi. Bana göre hacla ilgili yazmak istediğim yazı bitti. Yazının bundan sonrası biraz gözlem, biraz izlenim yani gazetecilik...

MEKKE, GÜZEL ŞEHİR...

Pilotun ''Mikat sınırlarına girdik'' anonsuyla birlikte heyecan daha da katlanıyor. Cidde''ye indiğimiz andan itibaren, özellikle de otobüsle Mekke''ye doğru yola çıkınca uçağa meslektaş olarak bindiğimiz gazeteci arkadaşlarımız, artık hac arkadaşlarımız oluyor. Herkesin yüzüne bir neşe ve gözlerine ışıltı geliyor. Çantalardan çıkarılan azıklar ikram ediliyor, bolca tebessümler paylaşılıyor. Mekke''ye girilirken duyulan heyecanı anlatmak ise elbette mümkün değil. Dünyayı değiştiren, yeryüzüne iyiliği, adaleti ve merhameti getiren Hz. Peygamber''in doğduğu topraklara basmak, ilk vahyin indiği topraklarda olmak ve hernamaz vaktinde 1,5 milyar Müslüman''ın yönünü döndüğü şehirde, Beytullah''ın yanı başında olmak nasıl anlatılabilir ki...

MEMUR, HAC''TA OLSA DA MEMUR...

Her yıl çeşitli gazete ve televizyonlardan belirli sayıda gazeteci, Diyanet İşleri Başkanlığı organizasyonunda kutsal topraklara gidiyor. Bu seyahatin bedeli giden gazeteciler ya da gazeteciyi gönderen kurumlar tarafından karşılanıyor. Ben de gazeteci olarak oradaydım, ancak giden tüm gazeteciler gibi öncelikli niyetim kutsal topraklarda olmak ve hac ibadetini yerine getirmekti. Zaten gazeteci de olsanız, başbakan olarak da gitseniz, oradaki manevi iklimin dışında kalmanız mümkün değil. Bu yüzden Diyanet''in basın organizasyonunu yaparken gazetecilere ''biz sizin başvurunuzu sadece gazetecilik görevi yapmanız için kabul ediyoruz'' demesini garip karşıladığımı ifade edeyim. Türkiye''den oraya gidip yalnızca ''gazetecilik görevi''ni yapıp dönebileceğini iddia eden ''Müslüman'' bir gazeteci varsa, sadece ''hodri meydan'' diyebilirim. Bu arada Diyanet''in her kademesindeki kimi görevlilerin de oradaki vazifesini Ankara''daki, ya da İstanbul''daki ''memuriyet'' vazifesinden ayrıştırmadığını görmek üzücüydü. Vazifesini hakkıyla yapanların ecri zaten Ankara''dan verilmiyor. Allah''tan ki kutsal topraklarda heyecanla aşka görev yapan görevlilerin sayısı halen büyük çoğunluğu ifade ediyor. Kutsal topraklara hac ve umre niyetiyle gidecek olanların da benim gözlemlerinden bir ders çıkarmasında fayda var. Gördüğünüz gibi gazeteci olunca olumsuzlukları es geçemiyoruz. Siz orada sadece ''hacı'' olun. Milyarlarca lira da verseniz, ödediğinizin ücretin hakkını almanın peşinden koşmayın. Çünkü yağmur her zaman yağmıyor. Gözlerinizi dünyaya kapatın, sadece Rabbinizle başbaşa olun.

HERKESİN ALIŞVERİŞİ KENDİNE...

Mekke ve Medine''de yapılan ibadetler ve yaşanılanlar herkesin kendi nasibi ölçüsünde... Kim orada geçirdiği zamanın ne kadarını alışverişe, ne kadarını gezmeye, ne kadarını uyumaya ayırırsa, geriye kalan vaktini de o kadar ibadete ayırıyor. Otellerin lobilerinde televizyon izlemek, hacı arkadaşlarıyla yemeğe, muhabbete gitmek herkesin kendi takdirine kalmış. Yani Mekke''de ya da Medine''de gerçek bir alışveriş var. Ancak satın alınan kıymetler birbirinden oldukça farklı... Bu arada insan, Mekke''de olsa da insan, İstanbul''da olsa da... Orada yaşayanların ya da ibadete gelenlerin de ihtiyaçları var. Dolayısıyla, orada da arabalar, otobüsler, asfaltlar, çukur yollar, beğenilen ya da beğenilmeyen yemekler, kaba mizaçlı veya hijyen kurallarına uymayan insanlar, bozuk çamaşır makineleri, duşu, sıcak suyu çalışmayan oteller var. Hira ve Sevr mağaralarına çıkan yollardaki hacı adaylarının bıraktığı su şişeleri, ihram sonrasındaki traş sıkıntısı var. Ya da bunların hiç birisi yok. Sadece huzur var, Allah ile başbaşa olmak var. Siz ikincisini görmeye ve yaşamaya odaklayın. Bir hacının hem Mekke''de hem Medine''de görmesi gereken tek dünyalık şey Peygamber Efendimiz''in hatıraları... Umreye gitmeye hazırlananlar için peşinen söyleyelim ki, eğer tatile gider gibi gidilecekse, manevi havanın dışına çıkacaksanız, Mekke ve Medine''nin şehir olarak bir cazibesi yok. Binalar, dağlar ve Medine''deki hurma bahçeleri... Hepsi bu!

SUUDİLERİ TAKDİR ETMEK GEREK

Kutsal topraklardaki bir ziyaretçinin Haremeyn''de (Mekke''de Mescid-i Haram ve Medine''de Mescid-i Nebevi) geçireceği vakitler, dönüşte yanında getireceği en kıymetli hediyeler. Her ne kadar zaman zaman mezhep farklılığına vurgu yapılsa da Suudi yetkililerin her iki Harem''deki gerek hacılara hizmetleri, gerek görevlilerin manevi havaya uygun davranışları takdire şayan. Ayrıca Mekke''de sokaktaki çocuktan, en alt düzeydeki Suudi vatandaşına kadar İslam''ı yaşama konusunda gösterdikleri hassasiyeti, hacılara gösterdikleri hürmeti takdir etmemek elde değil. Çok zor durumda kalmadıkça, hacı adayları çileden çıkartmadıkça görevliler nezaketi asla elden bırakmıyor. Kadınlara karşı da oldukça hassaslar. Kadınların rahatça ibadetlerini yapabilmeleri için son derece özen gösteriliyor. Anlatılacak çok şey var. Ancak gerçekten ''anlatılmaz, yaşanır'' klişe ifadesinin belki kullanılması gereken tek yer orası... Öyle ki, döndükten sonra “Allah gitmeyi isteyenlere de, gitmeyi henüz aklından geçirmeyenlere de bir an önce nasip etsin.” diye dua ediyorum.

TAVSİYE: EN BÜYÜK HACI BİZİM HACI

Önceki yıllarda hac görevini yerine getiren bir başka meslektaşımız Harun Çelik, Ötüken Yayınları''ndan çıkan ''En büyük hacı, bizim hacı'' isimli kitabında bugüne kadar görülen ama anlatılmayan birçok şeyi anlatmış. Özellikle kutsal topraklara gidip gelenlere anılarını tazelemeleri adına okumalarını tavsiye ediyorum.

*Dur, dur

12 yıl önce
Ey dünya! Zem, zem!*
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak
Târihin doğru yerinde durmak