|
Hikâyeler (2)

Tecrübelerin yaşandığı süreçlerle, onların hikâyeleri arasında, yer yer ters bir ilişkinin mevcût olduğunu düşünüyorum. Hikâyeler, hikâye ettikleri süreçlerin ağırlıklarını dağıtabiliyor. Bu sebeple hikâyelerin özgül ağırlıklarına bakmak faydalı olabilir. Gâliba özgürlük-baskı vb temeldeki algılarımız ve yargılarımız da bu ağırlık hesaplarına oturuyor.


Devletle başlayabiliriz. Devlet ile özgürlük kavramlarını yan yana getirmek pek de mümkün değil. Dünyânın her yerinde, devletler otorite, düzen, disiplin, kural vb kavramlarla anılırlar. Modern devletlerin hikâyeleri, bu sebeplerle, ulus ve sermâyenin hikâyelerine göre daha “ağır” hikâyeler olarak tezâhür etmiştir.

Ulusal hikâyeler -tekrar edelim; organik manâda “ulusal”, “sınıfsal” veyâ “insanlık” odaklı göndermelere sâhip olabilir- tek başlarına devletlerin hikâyeleriyle mukayese edildiğinde nispeten daha hafiftir. Ama biraz da kullanıma bakmak gerekir. Meselâ ulusal hikâyeler, özellikle de devletlerin hikâyelerine eklemledikleri oranda ağırlaşır. Meinecke’nin “Devlet-Ulus” kavramlaştırması buna işâret eder. Bunun tersi de geçerlidir. Ulusal hikâyelere eklemlenen devlet hikâyeleri ise sanki hafifler. “Ulus-Devlet” kavramlaştırması, husûsen “egemenlik” artık ulusa devredildiği için devletin hikâyesini de alabildiğine meşrûlaştıran bir işlev görür.

Bu üçlü arasında hikâyesi en uçucu olan sermâyenin anlattığı hikâyelerdir. Bu hikâyelerin en az iki açılımı olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki “üretim”; diğeri ise (sanki) onun zıddı olan “tüketim” ile âlâkalıdır. Aslında Aristogil bir mantıkla “üretim-tüketim” farklılaştırmasına gitmek manâlı değildir. Târih sürekli bir “yeniden-üretimler” zinciridir. Bu odakta “tüketim”, esas olarak bir “yeniden üretim”dir. Her neyse; şu kadarını kaydedilim ki, sermâyenin birikim ve üretim süreçleri temelde devlet ile uzlaşmayı özendirir. Devlet ile eşlenen sermâyenin birikim süreçleri, meselâ devletle mesâfeli bir birikim sürecini odağa alan Adam Smith gibilerin anlattığı hikâyelere karşılık gelmez. Sermâyenin özgül hikâyeleri, devletin hikâyelerine karışır. Colbetizm, merkantilizm vb süreçler birer “ekonomi-politik” değil, “politik-ekonomik” hikâyelerdir.

Sermâye birikimini, sürdürülebilir üretim süreçlerine oturtmak devlet-sermâye etkileşimini ve işbirliğini arttırmıştır. Sermâye ile devlet arasındaki işbirliği devletin ağırlığını arttıran ve sermâyeyi baskılayan neticeler üretmeye adaydır. (Marx’ın kurduğu ilişkinin tersinin geçerli olduğunu düşünüyorum). Bu da devletçe baskılanan sermâyenin orijinal hikâyelerine dönmesi; ve devletle olan aslî târihsel sorunlu ilişkilerini serimlemesini zorlayan bir etki doğurur. Bu hikâyelerde imlenen sermâyenin “özgürleştirici” vaadi de buraya yerleşir.

Ulus-sermâye ilişkisinde ise tersi olabilir. Birikim ve üretim süreçlerinde sermâye; organik bir işbölümü olarak ulusa ihtiyaç duyar. Ama ulusun içinden çıkan sınıfsal hikâyelerin bir şekilde sermâyeyi rahatsız ettiğini biliyoruz. Hele hele, bu çatışmanın ulustan yana bir yeniden-bölüşüm “kazanımı” sağlaması, ulus-sermâye ilişkisini çok zora sokar. Çünkü sermâyenin aklına göre “yeniden bölüşüm”, “yeniden üretimi” zaafa uğratır. Bu gerilimlerde sermâyenin hikâyeleri, “bastırıcı” bir güç olarak ulusa karşı devleti çağırdığı nispette faşizan hikâyeler doğurur. Eğer bastırmanın dışında uzlaşma ihtimâli belirirse, bu defâ sermâye-ulus gerilimi nde taraflar, devletin hakemliğinde bir yeniden bölüşüm sürecine râzı edilmiş demektir. İşte hikâyelerin demokratizasyonu da burada başlar. Bu oydaşma (konsensus) aynı zamanda tüketim (talep) artışını da içerir.

Sermâyenin devlet ve ulus ile- olan netâmeli ilişkileri, sermâye içindeki reel ve finansal sermâyelerin ayrışmasıyla farklı bir boyut kazandı. Keynes’in nikâhını kıydığı; ama kendisinin de en fazla orta vâdeli geçerli olcağını kabûl ettiği sermâye-ulus ve devlet arasındaki evlilik çöktü. Sermâye, devlet ve ulusun dışlandığı, mahkûm edildiği aslî hikâyesine geri döndü. Ama bu orijinâl bir dönüş değildi. Bir yorumdu. Belki de Karatani’nin bahsettiği ve Freud’dan mülhem kullandığı “bastırılmış olanın geri dönüşü” burada da geçerlidir. Bu yorumuyla berâber anlatılan hikâye, târihle kayıtlı olmamak; yâni târihsel olarak sorumlu olmamak; özgürlük ile müdahalesizliği eşlendiren basit, ama portatif bir iddiaya dayanıyordu. Zâten diğerleriyle(ulus ve devlet) mukayese edildiğinde çok hafif olan sermâyenin hikâyesi artık alabildiğine uçuculaşıyordu. İlginç olan ise sermâyenin “küreselleşme” olarak anlattığı hikâyede, trajik olan husus, ulusun üçüncü yorumu olan “insanlık “ kurduğu gayrı ahlâkî , çarpık ilişkiydi.

Kaba bir zamanlamayla 1990’lardan 2010’lara kadar iltifat ettiğimiz, hattâ büyülendiğimiz hikâye işte buydu. Bu hikâye bize teknolojist, ekonomist ve sivil toplumcu çeşitlemeleriyle anlatıldı. Bize özgürleştirici geldi. Ev ödevlerinden kurtulmuş çocuklar gibi şendik. Ağır üretim süreçlerini parçalayan; “bıktırıcı”, “boğucu “devlete ve onun müesses dünyâsına hücrelerine varıncaya kadar saldıran; sınıflı veyâ organik olarak ulusu îtibârdan düşüren çok agresif bir hikâye anlatımıydı bu.

Görünen o ki; 2010’lar îtibârıyla herşey tepetaklak oldu. Sermâyenin küreselleşme olarak güzellediği dünyâya yeniden devletler ve ulusların o ağır hikâyelerinin gölgeleri düşüyor. Ufukta ise yeni bir hikâye yok…

#Sermâye
6 yıl önce
Hikâyeler (2)
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi