Kod adı İrtica-906: İstiklal şairimizin kendi vatanındaki gurbeti

04:0024/12/2025, Çarşamba
G: 24/12/2025, Çarşamba
Yasin Aktay

Vatan cüda değilim, fakat firakıyla muhacirâne gezer ağlarım öz diyarımda .... Bu diyarın, hani sahipleri dersin, cinler, Hani sahipleri der, karşıki dağdan bu sefer. Milli şairimizi kendi vatanında muhacirâne bir ruh haline sokan gelişmeler çok kısa bir süre içinde yaşanmıştı. Neticede 1925’te peşine takılan hafiyelerin ruh dünyasında yarattığı müthiş daralmadan çıkabilmek için 11 yıl sürecek bir memleket hasretine katlanmak üzere Mısır’a gidecekti. Oysa bizzat kendisi daha birkaç sene önce bu

Vatan cüda değilim, fakat firakıyla

muhacirâne gezer ağlarım öz diyarımda

....

Bu diyarın, hani sahipleri dersin, cinler,

Hani sahipleri der, karşıki dağdan bu sefer.


Milli şairimizi kendi vatanında muhacirâne bir ruh haline sokan gelişmeler çok kısa bir süre içinde yaşanmıştı. Neticede 1925’te peşine takılan hafiyelerin ruh dünyasında yarattığı müthiş daralmadan çıkabilmek için 11 yıl sürecek bir memleket hasretine katlanmak üzere Mısır’a gidecekti. Oysa bizzat kendisi daha birkaç sene önce bu millete hediye ettiği İstiklal Marşı’na “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak, sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!” vaadiyle başlamıştı.

Yurdunun üstünde tüten ocaklar elbette sönmemişti, sönmeyecekti ama her nasılsa bu vaadi yapabilen şair bu vatanda muhacirane bir hale düşmüş oluyordu.

Mehmet Akif’e Türkiye’yi o günlerde yaşanmaz hale getiren şartlar gittikçe daha da ağırlaşıyordu üstelik. Kalsaydı, gitmeseydi, ülkede mücadele etme yolunu seçseydi daha iyi mi olurdu?

Böyle diyenler var. Said Nursi kaçmadı mesela, itile kakıla, sürgünden hapise, hapisten mahkemelere süründürüldü.

Elmalılı Hamdi Yazır kaçmadı, üstelik bir de tefsir yazdı. Gerçi Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisinden yapması istenen tefsiri bitirdiğinde kitap çok sınırlı sayıda basılıp hemen hiç dağıtılmadı, okutulmadı. Ama yine de o tefsiri yazacak imkânı bulabildi. Tabir caizse evine kapandı ama, dışarı hiç çıkmadı. Dışarı çıktığında başına geçecek şapkayı kendisine bir taciz bir şiddet bir beden işgali olarak gördü belki.

Herkes bu ikisi kadar şanslı değildi tabi. İskilipli Atıf Hoca “Şapka Devrimi”nden önce yazmış olduğu bir risale (Frenk mukallitliği ve Şapka) bahane edilerek İstiklal Mahkemesinde asılı verdi.

Mustafa Kemal’in silah arkadaşları İstiklal Mahkemelerinde darağacını boyladı. Hani derler ya “o olmasaydı, olmazdı”. Gerçekten de o olmasaydı İstiklal Harbi olamayacaktı denilebilecek birinci isim, Kazım Karabekir, darağacını boylamaktan kılpayı kurtulabildi. Hakkında Nutuk’ta boy boy suçlama yapıldı, hiçbirine zamanında cevap hakkını bile kullanamadı. Ancak 5 yıl sonra kullanmaya kalktığında, yayınladığı kitap daha okuyucuyla buluşmadan polis marifetiyle matbaadan alınıp yakıldı. Erzurum’da bütün görevlerinden azledilmiş Mustafa Kemal’in görev ve yetkilerini inisiyatif kullanarak restore ettirerek onu tekrar sahneye sokmuş kişidir Kazım Karabekir.

Mehmet Akif de gitmeseydi, kalsaydı, İstiklal Marşının şairi olarak belki bir ayrıcalığı olurdu diyorsanız, mesela Kazım Karabekir’den daha fazla ne tür bir imtiyazı olabilirdi? Kalsaydı belki başına Kazım Karabekir’in veya İskilipli’nin veya Said Nursi’nin başına gelenlerden birine yakın bir şey olurdu. Böylece bugün kendi Milli Şairini, İstiklal Marşının şairini belki, Allah muhafaza, yargılamış, idam etmiş, hapse atmış veya şu veya bu yolla süründürmüş bir ülke olmanın travmasıyla ayrıca baş etmek durumunda kalırdık.

Mehmet Akif Türkiye’deki şartlar kendisi için daraldığında, peşine hafiyeler takıldığında Mısır’a gitmeyi tercih etti. Mısır aslında o günkü şartlarda Türkiye’den ayrı düşünülebilecek bir yer değildi. Yani Şair Osmanlı yurdunun dışına hicret etmedi. Avrupa’ya veya Amerika’ya değil, yine bir Osmanlı yurdu olan Mısır’a hicret. Ama devir artık ulus devletler devri haline gelmiş. Mısır Akif’in kendini evinde, yurdunda hissettiği bir yer ama kuşkusuz kendi memleketi bir başka. Burada şair Mısır’ı da hala vatan sayıyorsa da hasretini çektiği yer memleket, İstanbul. O hasretledir ki 11 yıl kaldığı halde bir 10 gün daha kalmaya dayanamamaktadır. Gemiyle geldiği 3-4 günlük seyahat ona yıllar gibi gelmiş. Kavuşmaya doğru hasret daha da artar ne de olsa.

İstanbul’a geldiğinde kendisini karşılayan sürpriz, şimdiye kadar memleketten uzak kalmakla ne kadar isabetli bir şey yapmış olduğunu gösteriyor. Peşine yine hafiyeler takılıyor. Ölmeye gelmiş aslında, ölümcül hastalık günlerinin sayılı olduğunu herkese malum ediyor ama buna rağmen bütün adımları izleniyor ve “İrtica-906” koduyla dosyalanıyor.

Âkif’in İstanbul’a dönüşü üzerine İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat, Genelkurmay ve İstanbul Valiliği tam teyakkuza geçmiş, her biri ayrı ayrı veya birlikte, haberleşerek, yazışarak vefatına kadarki varlığını kontrol altında tutmuş. Kiminle görüşüyor, ne görüşüyor, hilafete, saltanata dair tenkitleri, talepleri, iddiaları veya konuşmaları var mı?

Bu esnada tutulan raporları değerli gazeteci Muharrem Coşkun “Kod Adı: İrtica-906” başlıklı bir kitapta (2014, Zeytinburnu Belediyesi) bu yazışmalara, fişlemelere ve kodlamalara dair bütün belgeleri toparlamış. Daha önce Murat Bardakçı da yazmıştı. Koskoca Mehmet Akif’in o günkü devlet nezdindeki algısı bu kadardı: “İrtica-906”.

Bu esnada yaşanılanları artık biliyoruz. Milli Mücadelenin manifestosunu, manevi anlam haritasını ortaya koymuş olan Mehmed Âkif bu haritadan sapmadı elbet. Ama ülkede hâkim olan siyaset o anlam haritasından saptı ve Akif’i bu haritanın dışında bıraktı.

Akif Mısır’da yaşadığı esnada da takip altında tutulmuş, Ankara’ya hakkında raporlar gönderilmiş. Tıpkı Rauf Orbay, Abdülmecid, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve o yıllarda yine Türkiye dışına çıkmak zorunda kalmış olanlar gibi.

Orbay hakkında da sonradan ortaya çıkan belgeler onun da saltanat ve hilafet lehine faaliyetler içinde olup olmadığı adım adım takip edilerek tespit edilmeye çalışılmış. Süren takipten anlaşılan şey, o günlerde en ufak bir muhalif hareketin radardan kaçamadığı, dolayısıyla bunu bilenlerin bazı ifadelerin de çoğu kez kendi samimi ifadeleri olmayabileceği anlaşılıyor. Tabir caizse tahrif edilmiş bir iletişim ortamında söylenen sözler tarihte ne kadar dikkate alınabilir?

Şimdi 1924 Ekim’inde vefat etmiş olan Ziya Gökalp yaşasaydı nerede olurdu diye bir soru sorsak?

Ölümünden sonra 1940 yılına kadar hiçbir kitabı basılmamış olan Gökalp’in tam da bu dönemde takip edilen siyasetle hiç de uyumlu olmayan görüşleri dolayısıyla başına neler gelebileceğini kim tahmin edebilir?


#Toplum
#siyaset
#Yasin Aktay