Medresetü"z-Zehrâ: Üniversite projesi mi, medeniyet projeksiyonu mu?

00:0016/03/2012, Cuma
G: 5/09/2019, Perşembe
Yusuf Kaplan

Öncerahatımızı kaçıracakbirkaç önemli soru sormamız gerekiyor:Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı?Bediüzzaman''ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkınbildiğimizden pek emin değilim;o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum.Bu sorunun cevabı, biraz daikinci soracağım soruda gizli:Medresetü''z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten?Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba?Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat

Önce
rahatımızı kaçıracak
birkaç önemli soru sormamız gerekiyor:
Bediüzzaman Hazretleri, ne zaman yaşamıştı?
Bediüzzaman''ın ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığını bihakkın
bildiğimizden pek emin değilim;
o yüzden, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek böylesi bir soru soruyorum.
Bu sorunun cevabı, biraz da
ikinci soracağım soru
da gizli:
Medresetü''z-Zehrâ “proje”si, bir üniversite projesi midir hakikaten?
Görünüşte öyle; ama gerçekte de öyle mi acaba?
Aslında bu iki sorunun cevabı da bizzat Külliyât''ta var; ama
bir alt metin olarak
dercedilmiş ya da “şifrelenmiş” olarak var.
Bir Üniversite Projesi Değil…

Birinci sorunun cevabını vuzûha kavuşturabilmenin yolunun, ikinci sorunun cevabına bihakkın açıklık kazandırmaktan geçtiğini söylemiştim. O hâlde, meseleye, ikinci sorudan başlayarak açıklık kazandırmaya çalışalım.

İkinci soruya verilebilecek net bir cevap var. Şu:
Medresetü''z-Zehrâ, bir üniversite projesi değildir.
Bu proje, görünüşte, bir üniversite projesidir ama gerçekte, üniversite projesi, bu projenin yalnızca bir parçasını teşkil eder.
Bediüzzaman''ın yapmaya çalıştığı, neredeyse, hayatı boyunca mücadele ettiği şey, bir üniversite projesi olabilir mi, bir
üniversite projesine indirgenebilir mi?
Elbette ki, hayır.
Bediüzzaman, bu “proje”siyle aslında
daha esaslı, daha kalıcı, daha köklü, daha muhkem bir şey yapmak istiyordu.
Tabir câizse,
üniversite, bir “bahane”ydi; bir “vesile”ydi
asıl yapmak istediği, hayata geçirmek istediği, hayatını ortaya koyduğu, mücadelesini ve mücahedesini verdiği şeyi gerçekleştirebilme sürecinde.

Medresetü''z-Zehrâ''nın, sadece bir üniversite projesi olmadığını, bir üniversite projesinden çok daha fazla, çok daha muazzam ve muazzez bir şey olduğunu nereden çıkarıyorum ve bunu nasıl anlayacağız?

Bir Medeniyet Projeksiyonu…
Medresetü''z-Zehrâ projesinin bir üniversite projesinden daha fazla bir şey olduğunu bizatihî Bediüzzaman''ın söylediklerinden çıkarıyorum. Bediüzzaman, bu projenin gerekçesini
Münâzarât''
ta, bu projeyi sorulu cevaplı
Sokratik bir yöntemle
münazara ederek izah ettiği ilgili bölümde şöyle açıklıyor: “
Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin
etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz” (
İlk Dönem Eserleri
,
s.507).

Bediüzzaman, istediği şeyi dile getirirken ve gerekçelendirirken kurduğu cümlelerin ilk bakışta maksadını anlatmak için kifâyet etmeyeceğinin ve belki de bugünleri de öngörerek yanlış anlaşılabileceğinin son derece farkında olduğunu gösteren bir sual''le istediği şeyin ne olduğunu vuzuha kavuşturuyor.

Sorduğu sual şu: “
Maksadını müphem bırakma, ne istersin?”
Üstadın, deyim yerindeyse,
Derrida''vârî dekonstrüksiyon / yapısökümcülük
yaparcasına özenle seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerle, bu soruya verdiği cevap, talep edilen şeyin çekirdeğini “üniversite”nin teşkil ettiğini ama asıl maksadın, asıl
hedefin üniversiteyi ziyadesiyle aştığını
gösteren bir cevap.
Cevap''ta Bediüzzaman, Bitlis''te ve “Bitlis''in iki refikası” olan Van ve Diyarbakır''da Medrestü''z-Zehrâ adıyla kurulacak “
dârülfünûnu mutazammın pek âli bir medrese”
olduğunu vurguluyor ve bu “medrese”nin kuruluş gerekçesini -biraz önce alıntıladığım gerekçeleri daha pekiştirecek bir şekilde şöyle açıklıyor: “
Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, ictimâî hayatımız, Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.”
(s. 507).
Daha sonra bu Medresetü''z-Zehrâ''nın, neden medrese olarak isimlendirilmesi gerektiğini,
mektep-medrese-tekke''
den oluşacak bu tasarı''nın / tasavvur''un amacının “
şu havuza tevhid-i medâris (medreselerin birleştirilmesi) tarikiyle mühim bir çeşmeyi akıtmak“
olduğunu belirtiyor (s. 509).
Bediüzzaman''ın gerçekleştirmek istediği şey, herhangi bir üniversite kurulması çabası değildir. Bilakis, Bediüzzaman''ın yapmak istediği şey, İslâm medeniyetinin yaşadığı bu ikinci büyük buhranı anlamlandırabilecek ve aşabilecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirleyerek, bu hedefleri adım adım hayata geçirmeyi mümkün kılacak, bir medeniyetin teşekkül süreçlerini oluşturan bir
biliş (ilim/mektep/Mekke süreci), oluş (medrese/irfan/Medine süreci) ve varoluş
(felsefedeki değil, tasavvuftaki anlamıyla
hikmet /tekke-zaviye / medeniyet süreci
) yolculuğunun temellerini atmak, böylesi bir yolculuğa bizatihî öncülük etmektir.
Tam da âyette (Fussılet: 41/53) belirtildiği üzere,
âfâk''tan enfüs''e
doğru gerçekleştirilecek, bütün zamanları seferber edecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek ve bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek bir
ümmîleşme yolculuğu
na, çağ aşan ve çağ açacak
nebevî bir yolculuğa,
hakikat yolculuğuna soyunmak…

Bediüzzaman''ın bizatihî kendisi bunu yapıyor ve bu yolculuğun Müslümanlar tarafından da nasıl yapılabileceğinin programını, yol haritasını sunuyor bize Medresetü''z-Zehrâ''yla...

Bediüzzaman, bu gözlemlerimi doğrulayan enfes bir paragrafla bitiriyor Medresetü''z-Zehrâ tasarısı, tasavvuru veya tahayyülü hakkında söylediklerini: “Elhâsıl: İslâmiyet hâriçte temessül etse, bir
menzili mektep
, bir
hücresi medrese
, bir
köşesi zaviye, salonu
dahî bir
mecmaü''l-küll
(ortak toplanma yeri), biri diğerinin noksanını tekmil (tamamlamak) için bir
meclis-i şûrâ
olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî (etrafına nur saçan muhkem bir
saray
)
timsalinde arz-ı dîdar edecektir (kendini gösterecektir).
Ayna
kendince
güneşi
temsil ettiği gibi, şu Medresetü''z-Zehrâ dahî o kasr-ı İlâhîyi hâricen temsil edecektir.” (s.512).
Medeniyet Buhranının Nasıl Aşılabileceğinin Yol Haritası…
Sadece bu sonuç paragrafı bile, Medresetü''z-Zehrâ''nın basit bir üniversite projesine indirgenemeyeceği,
Medresetü''z-Zehrâ''nın salt üniversite projesine indirgenmesinin
Bediüzzaman''ın bütün yapmak istediklerinin bir çırpıda
berhava edilmesi, anlamsızlaştırılması ve kısa devre yapması
anlamına geleceği gerçeğinin -altının özenle çizilerek- vurgulanması gerektiğini
adeta ihtar ediyor
bize. Aksine bu önemli sonuç paragrafı, bize, Medresetü''z-Zehrâ''nın, genelde yaşanan medeniyet buhranının anlaşılıp / idrak edilip, anlamlandırılıp / münazara edilip, nasıl aşılabileceğinin yol haritasını sunan
çok katmanlı bir medeniyet tasavvuru
ve yolculuğu / projeksiyonu / teklifi olduğunu yeteri kadar gösteriyor, diye düşünüyorum.

Bu tespitimin en müşahhas göstergesi, Bediüzzaman''ın, neredeyse bütün bir ömrü boyunca, Medresetü''z-Zehrâ''yı hem bilfiil, hem de bilkuvve hayata geçirmek cehdi ve gayreti içinde olmasıdır. Bediüzzaman, Medresetü''z-Zehrâ''yı, bir üniversite projesi olarak bilfiil hayata geçiremiyor; ama bir medeniyet projeksiyonu olarak hem Risalelerle, hem de bizatihî kendinde bilkuvve hayata geçiriyor.

Burada hayretâmiz bir
hikmet-i ilahî
var: Rabbimizin kudret eli, Medresetü''z-Zehrâ''nın bir üniversite projesi olarak
bilfiil
hayata geçirilmesine izin vermiyor. En doğrusunu hiç şüphesiz ki, Allah bilir ama; eğer Medresetü''z-Zehrâ, bir üniversite projesi olarak hayata geçirilmiş olsaydı;
İslâmî bir vasat''ın hükümferma olmamasından ötürü
(ki, bu nokta çok hayatî bir noktadır; lütfen dikkat edilsin), bir üniversite projesi olarak aslâ beklenen sonucu vermezdi ve daha önemlisi de, Bediüzzaman''ın yapmak istediği, daha doğrusu İlâhî kudret''in “Bediüzzaman eli”yle asıl yaptırmak istediği şey, yapılamazdı.
Şunu söylemek istiyorum: Medresetü''z-Zehrâ, bir proje değil; hele de salt bir üniversite projesi değil; bilakis, bir
medeniyet projeksiyonu
ydu / teklifiydi. Bu teklif, bihakkın mükellef olabilecek, bedel ödemeye hazır asil, asalet sahibi (yani
semantik intiharı
fark etmiş ve aşmış) insanlar ve İslâmî bir vasat inşa edilebildiği zaman, hayata geçirilebilirdi ve (buraya dikkat!) işte Medresetü''z-Zehrâ da, bu asalet sahibi (epistemolojik olarak özgün ve özgürleşmiş, semantik intiharı / çağ körleşmesini aşmış) insanlar ve bu insanların tekevvün ettikleri bir mekân /
İslâmî vasat inşası
projeksiyonu, tasavvuru, tahayyülü anlamında bir varoluş “proje”siydi.

Burada fark edilmesi gereken en temel mesele ve buraya kadar geliştirdiğim argümanlardan sonra gelinmesi gereken en temel nokta şu: Medresetü''z-Zehrâ, Bediüzzaman''ın İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranının hem epistemolojik / zihnî arınma, hem fenomenolojik / İslâmî vasatın inşası, hem de ontolojik / hakikatin bihakkın hayat bulması, hayat olması ve herkese hayat sunması süreçlerinin nasıl hayata geçirilebileceğinin yol haritasını bilkuvve sunan ama bunun müşahhas timsalini temsil eden bir “proje”dir.

Özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorum:
Medresetü''z-Zehrâ, Risale-i Nûr''un, Müslümanların yaşadığı medeniyet buhranını nasıl aşabileceklerini gösteren üç aşamalı yol haritasının programıdır.
Yol Haritasının Anahtarı: Ümmîleşmek
Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru şu: Biz, bu programı, nasıl hayata geçirebiliriz? Ya da şöyle sorayım: Bediüzzaman''ın
bilkuvve
hayata geçirdiğini söylediğim ve Medresetü''z-Zehrâ tasavvurunda tecessüm eden, ete kemiğe büründürülen bu programı, nasıl bilfiil hayata geçirerek gerçeğe dönüştürebiliriz?
Bu sorunun tek cevabı var: Tıpkı veraset-i risâleti üstlenen Bediüzzaman''ın yaptığı gibi,
Ümmîleşerek.
Yani?

Yani''si şu: Algı kapılarımızı kapatan, algılama / idrak biçimlerimizi tersyüz ederek bizi çağın ağlarına ve bağlarına, kavramlarına ve bağlamlarına mahkûm eden semantik intiharla (anlam, istikamet ve vasat''ın yitirilmesi''yle) sonuçlanan çağ körleşmesinin önce farkına vararak, sonra da zihnimizi çağın ağlarından ve bağlarından arındıracak çok yönlü, çok katmanlı bir biliş, bir oluş, bir varoluş yolculuğuna soyunarak. Tıpkı Efendimiz''in sünnet-i seniyye''siyle (biliş / ilme''l-yakîn, oluş / aynel-yakîn ve varoluş / hakka''l-yakîn süreçleriyle) yaptığı, hayata geçirdiği gibi, hakikati bütün boyutlarıyla hayata geçirerek.

İşte Bediüzzaman''ın Medresetü''z-Zehrâ projeksiyonu, bize, çağımızda tam da bunun nasıl hayata ve harekete geçirileceğinin -bugüne kadar geliştirilmiş- en mükemmel, en emniyetli ama en zorlu programını sunuyor.

Bediüzzaman''ı çağının diğer bütün âlimlerinden, mütefekkirlerinden ayıran, ayrıksı bir yere yerleştirmemize imkân tanıyan
püf nokta burada gizli
.
Yazının başında sorduğum iki sorudan ilkinin (yani, Bediüzzaman''ın “ne zaman, hangi zaman aralığında, nasıl bir zamanda yaşadığından gerçekten emin miyiz?” şeklinde sorduğum sorunun) cevabını da bu “püf nokta”yı açıklığa kavuşturduğumuz zaman cevaplandırma imkânına kavuşabiliriz.

Bu püf nokta''yı şöyle vuzuha kavuşturabileceğimizi düşünüyorum.

Çağ Körleşmesini Aşmadan Kur''ân''dan İlham Alınabilir mi?
Bediüzzaman, daha önce de dikkat çektiğim gibi, hem çağının çocuğu bir mütefekkirdir; hem de çağ aşan ve çağ açacak nev-i şahsına münhasır tek mütefekkirdir çağımızda. O yüzden, izlenecek yolun, ümmîleşme olduğunun idrakindedir: “
Kur''ân''dan alıp ilhamı, asrın idrakine İslâm''ı söyletme”nin asrın idrakini, Kur''ân''a söyletmek
olacağını, Kur''ân''ı ancak asrın idrakiyle söyletmeye izin vereceğini; bunun, cinayetle sonuçlanabileceğini -deyim yerindeyse- iliklerine, hücrelerine kadar bihakkın idrak etmiş yegâne mütefekkirdir.
Eğer Risalelere
bir bütün olarak bakabilme
düzlemine çıkabilirsek, bizatihî kendi ifadesiyle,
mihenge vurmasını
bilebilirsek, yani metni, semantik intiharın / çağ körleşmesinin mahkûmları olarak değil, çağ körleşmesinin farkına varan ve bu semantik intiharın nasıl aşılması gerektiği konusunda dikkate değer bir mesafe kateden kişiler katına yükselebilirsek, Bediüzzaman''ın yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması (mektep / ilim), anlamlandırılması (medrese / irfan) ve aşılması (tekke / tasavvufî hikmet) sürecinde nasıl hayretâmiz ve harikulâde bir ümmîleşme programı uyguladığını da fark ve idrak edebiliriz.
Bunun için tıpkı Efendimiz''in (sav) yaptığı, tıpkı veraset-i risaleti bihakkın üstlenmek için her şeyini feda eden, her türlü bedeli ödemekten bir an için olsun çekinmeyen Bediüzzaman''ın ortaya koyduğu gibi, önce firak ateşiyle yanmalıyız: Yani,
Teşbîhî / beşerî düzlem
in iliklerimize kadar yaşattığı
firak ateşi
her bir tarafımızı yakabilmeli,
Tevhid / İlahî şuur
vücud bulabilmeli (mektep / ayne''l-yakîn / akval-söz / biliş / Mekke süreci); sonra bu firak ateşinin tattırdığı hakikat nurunun
tefrik meşalesi
ni elimize alabilecek bir mertebeye /
Tenzih mertebesi
ne yükselebilmeyiz (medrese / ayne''l-yakîn / ef''al / oluş / Medine süreci) ve son olarak da, bizi hakikate eriştiren, hakikatle buluşturan ve hakikatle hemhâl, hemdost, hemdert kılan, biliş ve oluş süreçlerine hayatiyet kazandıran varoluş (tekke / hakka''l-yakîn / ahvâl / medeniyet yolculuğu) sürecine çıkabilelim ve fark olalım; hakikatin temin, tesis ve teşekkül ettirdiği
fark''ın farkı
nı, yani (vahiy sonrası süreçte, yalnızca teşbîhî düzlemde yaşamak zorunda kalan insanın, İlâhî Şuur''la / Tevhid''le donanan Nebevî Şuur''un kusursuz yansıması hâline gelen Teşbîhî / beşerî düzleme katıksız Tevhîdî bir boyut kazandıran)
hakikat güneşi
ni yansıtan bir
ayna
vazifesi gören, dolayısıyla hakikati insana ve bütün insanlığa sunabilecek bir
kıvama / ahsen-i takvîm''
e ulaşabilelim.

İşte bu uzun ve zor''lu cümlede özetlediğim -ve belki birkaç kez okunduğunda bihakkın anlaşılabilecek- Bediüzzaman''ın bir medeniyet projeksiyonu olarak Medresetü''z-Zehrâ tasavvuru bu çerçevede idrak edilebildiği zaman hakikaten anlaşılabilir ve hayata geçirilebilir.

Ulûm-u Diniyye ile Fünûn-u Medeniye''nin Mezcedilmesi Ne Demek?

Burada Bediüzzaman''ın, semantik intiharın kurbanı olmak şöyle dursun, bu semantik intiharı yerle bir eden çift yönlü işleyen muazzam bir dil kurduğunu görmemiz gerekiyor öncelikle.

Bir yandan,
ülûm-u diniye ile fünûn-u medeniyenin imtizacı
ndan sözediyor, bu imtizac''tan hakikatin doğacağını; ama öte yandan da, Medresetü''z-Zehrâ tasarısı''nın üç sütununu -sırasıyla- mektep, medrese ve tekke''nin oluşturacağını söylüyor.

Dikkatli bir gözle bakıldığında, burada, Bediüzzaman gibi bir mütefekkirde görülmeyecek, olmaması gereken ciddî bir çelişki olduğu görülecektir. Şöyle bir çelişki: Mektep''te ne öğretilecek? Akla dayalı “fünûn-u medeniye” veya “fünûn-u cedîde” yani “modern bilimler”. Medrese''de ne öğretilecek? Kalb''i eksene alan “Ulûm-u diniye”. Tekke''de ne öğretilecek? Vicdan''ın hâlleri.

Düz mantıkla ya da Bektaşî mantığıyla bakıldığında, böyle bir proje var karşımızda. Oysa böylesi bir proje, Bediüzzaman''ın kendi ifadesiyle
İslâm''a hizmet etmek
ya da
“İslâm''ı canlandırmak”
yerine;
tam bir hezimetle sonuçlanacak, İslâm''ı tanınamaz hâle getirecek
bir projedir.

O hâlde bugün kavramakta zorlandığımız çok hayatî bir mesele var burada: Bediüzzaman, görünüşte, “modern bilimler”le “İslâmî ilimler”in mezcedilmesinden sözediyor. Ama gerçekte, önerdiği şey, bu kadar sığ ve zihnimizi tarumâr edecek ve sığlaştıracak kadar basit bir proje olabilir mi?

Kesinlikle hayır! Bediüzzaman''ın ilkin böyle bir dil kullanması; onun çağının sorunlarını derinlemesine kavrayan, çağının çocuğu olmasını sağlayan bir düşünür olmasının zorunlu bir sonucudur. Ama Bediüzzaman, yaşadığı çağın çocuğu değildir yalnızca. Eğer Bediüzzaman yalnızca yaşadığı çağın çocuğu olsaydı, çağ aşan ve çağ açacak bir düşünür olarak görülemez; sadece yaşadığı çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalan bir kişi olarak tarihteki yerini alırdı.

Yani Bediüzzaman, çağının içinden geçtiği, bütün insanlığın iliklerine kadar yaşadığı derin varoluşsal sorunları müdrik bir mütefekkir olarak bidayette böylesi bir
beşerî dil
kurmak ve
çağının dili
ni kullanmak zorundaydı. Ama bu nihayete kadar böyle bir dil olabilir mi/ydi? Olamaz/dı tabiî ki.
Beşerî Dil''den Nebevî Dil''e…

O yüzden Bediüzzaman, Medresetü''z-Zehrâ tasarısını açıkladığı yerde de, külliyatın başka yerlerinde de sadece çağının çocuğu olmakla kalmayıp, çağını aşan ve çağ açacak bir düşünür olduğunu gösteren bir ikinci dil daha kuruyor.

Bu
ikinci dil,
onun da bizim de hâlen iliklerimize kadar yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasını, anlamlandırılmasını ve aşılmasını mümkün kılacak
nebevî bir dildir: Ümmîleşme dili.
O yüzden, bu üç sütundan oluşan tasarısını açıklarken, şöyle bir vuzûhiyet kazandırıyor diline:
“Şu medrese, neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.”
(s. 510).
Peki, mektebin eksenini oluşturacak “modern bilimler”in tahsiline vasıta olacak “akıl”,
hangi akıl
dır? Bu akıl, seküler / modern akıl olabilir mi? Kesinlikle, hayır. Bunu, yukarıda alıntıladığım pasajda, bu mektebin
“âlâ bir mektep”
olacağını söyleyerek çok örtük bir şekilde ifade ediyor Bediüzzaman. Dikkat! “âlî / yüksek” değil, “âlâ / yüce” bir mektepten bahsediyor Bediüzzaman. Yine
ekmel bir medrese”
den yani insan-ı kâmil hedefini gerçekleştirecek bir “medrese”den ve
en mukaddes bir zaviye”
den yani, insan-ı kâmil hedefini münferit ve müşterek
(
ferdî, ictimâî ve kürevî
)
düzlemlerde gerçeğe dönüştürebilecek bir zaviye''den sözediyor, böylesi bir “zaviye”den bakıyor her şeye ve bu üç
talim, terbiye ve tezkiye
sürecinin gerçekleştirileceği “yer”in adının medrese olduğuna özellikle vurgu yapıyor bir kaç kez.
Demek ki,
mektep''te ilim talim edilerek zihin arındırılacak; medresede irfan tahsil edilerek fert ve toplum terbiyesi gerçekleştirilecek; tekke''de ise tastamam bir nefs tasfiyesi ve tezkiyesi
hayata geçirilecek.

Burada âyette belirtildiği üzere, âfâk''tan (dış dünyadan) enfüs''e (kendi dünyamıza) doğru gerçekleştirilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuyla karşı karşıyayız. Başka bir ifadeyle, bir medeniyetin bütün varoluş menzillerini hayata geçirecek bir medeniyet projeksiyonu var karşımızda.

Bediüzzaman, Gazalî''nin Yaptığı İşi Yapıyor
Peki, nedir bu? Elbette ki, Müslümanların tarihte yaşadıkları
birinci medeniyet buhranı
nın aşılmasında anahtar rol üstelenen
Gazalî''
nin başlattığı bütün beşerî bilim tecrübelerinin ve birikimlerinin, vahyin filtresinden geçirilerek gayr-ı İslâmî niteliklerinden arındırılması ve
İslâmî bir üst dille silbaştan yenilenmesi
hamlesinin, bu kez
ikinci büyük medeniyet buhranı
nın anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde
Bediüzzaman
tarafından gerçekleştirilmesi girişimidir.
O yüzden, Bediüzzaman Hazretleri,
Eski Said
döneminde bütün beşerî b/ilimleri tahsil etmiş
(“
mektep menzili”
ni takip etmiş);
Yeni Said
döneminde marifetin bütün katmanlarını idrak edebilmek için
“medrese hücresi”
ne kapanmış;
Üçüncü Said
döneminde ise “zaviye köşesine” çekilmiş; bütün bunların
hakikat havuzu
na (
mecmaü''l-küll
''
e) akmasını sağlayacak
koridorlar
ını
(çeşmeler
i) birer birer döşemiş; bir
meclis-i şûrâ
bina ederek “biri diğerinin noksanlarını tekmil edecek”, birbirlerini tenevvür edecek ve oradan hakikat nurunu etrafa / dünyaya / hayata yayacak bir
hakikat sarayı
(kasr-ı meşîd-i nûranî) inşa etmiş; böylelikle, Medresetü''z-Zehrâ''nın, yaşadığımız medeniyet buhranının ancak bu üç aşamanın eşzamanlı ve ardışık olarak hayata ve harekete geçirilmesi hâlinde aşılmasını sağlayabilecek bir yol haritası programı olduğunu sarih ve enfes bir şekilde, gören gözlerin önüne sermiştir.
Bu satırları yazdığımda, “daha esaslı cümleler kurmalıyım”, diyerek, kendimle mücadele ede ede odada dört duvar arasında mekik dokuyup duruyordum: Beynim zonkluyordu. Kütüphanemde, bir ânda,
Emirdağ Lahikası
gözüme ilişti. Elime alıp birkaç sayfa ileri geri çevirdikten sonra Bediüzzaman''ın mevcut idrak biçimlerini ve bilimleri nasıl esaslı bir semantik dönüşüme tabi tuttuğunu enfes ve veciz bir şekilde özetlediği 53. Mektup''taki şu satırları okuyunca, “çok şükür” dedim ve rahat nefes aldım:
“Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantîkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü''l-hakaika bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü''d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış, ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor; meydandadır.”
İşte
çağımızın Gazalî''si Bediüzzaman''
ın -burada kendi kalemiyle özetle aktardığı- yaptığı muazzam iş, ilimden irfan menziline, hikmetten ilim menziline geçilmesini mümkün kılacak, kendi deyimiyle, bütün medreseleri, dolayısıyla ilimleri Tevhid ilkesinin altında toplayarak birbirlerini ikmal etmek için sürekli olarak birbirleri arasında devr-i dâim ederek,
birbirleri arasındaki irtibatı, alışverişi, geçişkenliği, akışkanlığı, besleyiciliği
muhkemleştirmelerine imkân tanıyan
muazzam bir koridor
açıyor önümüze. Bediüzzaman''ın yaptığı bu iş,
yaşadığımız medeniyet buhranı
nın da,
insanlığın yaşadığı küresel buhran
ın da nasıl aşılabileceğinin anahtarlarını sunuyor bize. Ama gören, görebilen gözlere elbette…
Böylesine muazzam bir işi, ancak Müslümanları çağ körleşmesinin eşiğine getirip bırakan
semantik intiharı yerle bir edecek
ölçüde
beşerî / çağdaş dili aşarak ümmîleşme mertebesine ulaşabilen
,
çağ aşan ve çağ açacak
nebevî bir dil
kurabilen, yani bütün zamanları seferber edebilme, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilme ve bütün zamanların çocuğu olabilme imkânlarını harekete geçirebilecek bir seyyaliyete ve seyyariyete kavuşarak verâset-i risâlet zeminine çıkabilen, aynı zamanda hem âlim, hem ârif, hem de hakîm olan bir mütefekkir yapabilirdi.
Zihin, İnsan ve Vasat İnşası…
Ezcümle… Medresetü''z-Zehrâ, önce,
zihnî arınma
mızı sağlayabilecek bir “medrese” / “üniversite” tasavvuru''dur; bu, epistemolojik sürecin / ilme''l-yakîn / biliş / Mekke sürecinin işletilmesi demektir.
İkinci olarak, Medresetü''z-Zehrâ,
Müslüman bir şahsiyetin inşası
nı sağlayabilecek bir insan inşası projesidir; bu, fenomenolojik / ayne''l-yakîn / oluş sürecinin / Medine işletilmesi demektir.
Üçüncü olarak da, Medresetü''z-Zehrâ, Müslüman bir cemiyetin / ümmetin varolmasını sağlayabilecek
İslâmî bir vasat''ın inşası
projesidir; bu da, ontolojik / hakka''l-yakîn / varoluş / medeniyet sürecinin işletilmesi, hayata geçirilmesi demektir.
Ve en önemlisi de,
RisaleHaber
sitesinde yazdığı konuyla ilgili önemli bir yazıda Metin Karabaşoğlu kardeşimin,
Barla Eğitim Modeli
başlıklı zihin açıcı kitabında
Ümit Şimşek
Ağabey''in ve bu yazının yazılması sürecinde fikirlerinden istifade ettiğim
Seyit Erkal
kardeşimin vukûfiyetle ifade ettikleri (Bediüzzaman Hazretleri''nin de Risalelerin çeşitli yerlerinde örtük olarak telâffuz ettiği) gibi,
Medresetü''z-Zehrâ programı,
bizatihî
Bediüzzaman tarafından hayata geçirilmişti
zaten.
Bendeniz, bütün bunlara şunu ilâve ediyorum yalnızca:
Medresetü''z-Zehrâ
tasarısı,
bilkuvve hayata geçirilmiştir
ama bize, sözünü ettiğim
üç süreci bilfiil
harekete ve
hayata geçirmemizi icbar eden bir medeniyet projeksiyonu sunuyor
ve ancak bu projeksiyon ışığında yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılmasının mümkün olabileceğini ihtar ediyor, diye düşünüyorum acizâne.