
Bir müddet dini bir görüş olarak taraftar toplayan Vehhabilik, Suud ailesi ile ittifak sonrasında siyasi bir güce dönüştü ve Osmanlı hâkimiyetindeki Hicaz’ı ele geçirmek üzere başkaldırdı. Vehhabi isyanını bastırmak Osmanlı açısından bir itibar meselesine dönüşmüştü.
İslâm tarihinde modern dönemin en tartışmalı hareketlerinden biri olan Vehhabilik, 18. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi otoritesinin zayıf hissedildiği Necd bölgesinde ortaya çıktı. Bir müddet dini bir görüş olarak taraftar toplayan Vehhabilik, Suud ailesi ile ittifak sonrasında siyasi bir güce dönüştü ve Osmanlı hâkimiyetindeki Hicaz’ı ele geçirmek üzere başkaldırdı. Bu başkaldırı Vehhabiliğin aykırı din yorumunun sonucu olarak kabirleri, türbeleri hatta hac kafilelerini hedef almakta, tekfir mekanizması haksızca işletilmekteydi. Bu gibi yönleriyle Vehhabilik hareketi toprak talebinin yanında kutsallara saygısızlığı da içerdiği için payitahtta hem Saray hem de halk nezdinde bir an evvel ortadan kaldırılması gereken bir hareket olarak algılandı. Bu yazıda Vehhabilerin yükselişinden çöküşüne uzanan bu çalkantılı süreci ve Osmanlı’nın bu ilk Vehhabi isyanına nasıl karşılık verdiğini ele alacağız.
Vehhabilik nedir?
Vehhabilik hareketi ismini 1703’te Necid’de doğan Muhammed b. Abdilvehhâb’dan almaktadır. Babası Abdülvehhâb b. Süleyman bölgenin tanınmış âlimlerindendi. Kendisi de babası gibi ilim tahsil etmiş fakat zamanla aykırı fikirler geliştirmişti. Muhammed b. Abdilvehhab’a göre İslam dünyası tevhid inancından uzaklaşmış, türbe ziyaretleri, şefaat talebi ve tarikat pratikleri gibi “bid’at” ve “şirk” olarak nitelediği uygulamalar yüzünden adeta cahiliye dönemine dönmüştü. Bu nedenle Kur’an ve Sünnet’in “zahirine” sıkı sıkıya bağlı kalınmasını savunuyor, kabir ve türbelerin yıkılmasını, bu “sapma” olarak gördüğü inançlarla da mücadele edilmesini zorunlu görüyordu.
Fikirlerini yaymakta ilk başlarda zorlanan ve gelen tepkiler sonucu doğduğu yer olan Uyeyne’den ayrılmak zorunda kalan Muhammed b. Abdilvehhab, 1744’te Dir’iyye’ye giderek bölgenin emiri Muhammed b. Suud ile tarihi bir ittifak kurdu. Bu ittifak temelde bir “akide ve siyaset ortaklığı”na dayanıyordu. İbn Abdilvehhab dini otoriteyi üstlenirken, İbn Suud siyasi liderlik ve askerî gücü toplamaktan sorumlu olacaktı. Bu ittifak Vehhabiliğin salt bir dini yaklaşım olmaktan çıkıp askeri güçle genişleyen siyasi bir harekete, hatta bir isyana dönüşmesinin dönüm noktasıydı. Birleşen bu iki güç, çevredeki kabileleri itaat altına alarak ve ganimet vaadiyle bedevileri cezbederek kısa sürede hızla büyümeye başladı.
Osmanlı’ya ilk isyan ve Haremeyn’in işgali
Suud ailesinin siyasi hedefleri ile Vehhabi akidesinin sert ve tekfirci yaklaşımı birleşince hareket Necid’in dışına taşarak Osmanlı topraklarına doğru yayılmaya başladı. Osmanlı sarayı ve bürokrasisi ise başlangıçta bu gelişmeyi kabileler arasındaki sıradan bir çekişme olarak gördü ve ciddiye almayarak meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin çözümüne bıraktı.
Fakat Abdülaziz b. Suud’un liderliğindeki Vehhabiler, 1802’de Kerbela’ya düzenledikleri ani baskınla dengeleri tamamen değiştirdi. Şehir yağmalandı, Hz. Hüseyin’in türbesi tahrip edildi ve binlerce kişi öldürüldü. Bu kanlı saldırı Osmanlı’da büyük bir infial doğururken Vehhabi hareketinin ulaştığı tehlikeli boyutu da açık biçimde ortaya koyuyordu.
Kerbela’daki katliamdan sonra bu kez Hicaz’a yönelen Vehhabi orduları, 1803’te Taif’e girerek şehri yağmaladı, kitapları yaktı, kabirleri tahrip etti. Ardından Mekke’ye ilerleyen Suud b. Abdülaziz, şehri ele geçirdi ve Osmanlı padişahının adını hutbelerden çıkararak kendi siyasi otoritesini ilan etti. Mekke Şerifi Galib kısa bir süre sonra şehri geri almayı başarsa da Vehhabi baskısı dinmedi. 1805’te Medine işgal edildi, Hz. Peygamber’in kabrinde bulunan kıymetli eşyalar yağmalandı ve 1806’da Mekke yeniden Suudilerin kontrolüne geçti.
Kutsal topraklarda türbe ve kabirleri “şirk” sayarak yıkan Vehhabiler, hac yollarını da kesmiş ve bir kısım Osmanlı hacılarını “müşrik” olduklarını öne sürerek Haremeyn’e sokmamıştır. Haccın yapılamaması ile Halife olan Osmanlı Sultanının adının hutbelerden çıkarılması, imparatorluğun meşruiyetine vurulmuş ağır bir darbe niteliğindeydi. Bu nedenle Vehhabi isyanını bastırmak Osmanlı açısından bir itibar meselesine dönüşmüştü.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sahneye çıkışı
Osmanlı Devleti o dönemde bir yandan Rusya ve Fransa ile mücadele ederken diğer yandan içeride merkezileşme çabalarına direnen ayanlarla uğraştığı için Hicaz’a doğrudan müdahale edememişti. Bağdat ve Şam valilerinin başarısız girişimlerinin ardından henüz tahta oturmasının üzerinden az bir zaman geçmiş olan Sultan II. Mahmut bu kritik görevi Mısır’da gücünü iyice pekiştiren ve o dönem merkeze itaati sürdürmekte olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya verdi.
Mehmet Ali Paşa ise bu vazifeyi hem Mısır’daki hâkimiyetini güçlendirmek hem de İslam dünyasında nüfuzunu artırmak için önemli bir fırsat olarak gördü ancak gerekli hazırlıkları tamamlamadan harekete geçmeye de yanaşmadı. Kavalalı, modern askeri tekniklerle donattığı ordusunun komutasını oğlu Tosun Ahmed Paşa’ya vererek 1811’de sefer başlattı. Tosun Paşa, Yanbu’ya asker çıkararak harekâtı ilerletse de bedevilerin gerilla taktikleri ve çölün zorlu koşulları karşısında Safra geçidinde ağır bir yenilgi aldı. Bu mağlubiyet, düzenli orduların çöl savaşındaki zaaflarını açıkça göstermiş fakat Mehmet Ali Paşa’nın kararlılığını sarsmamıştı. Mısır’dan gönderilen takviye birlikler para teklifleri ve yürütülen diplomatik girişimlerle bazı Bedevi kabilelerinin taraf değiştirmesi sağlandı. Böylece Tosun Paşa, 1812 yılında yeniden taarruza geçti.

Tosun Ahmed Paşa tarafından Medine ve Mekke’nin kurtarılışı
Güçlendirilen ordu Kasım 1812’de Medine önlerine ulaştı ve şehri kuşatma altına aldı. Bu hücum karşısında Vehhabiler teslim olmak zorunda kaldı. Medine’nin geri alınması ve Mescid-i Nebevi’nin anahtarlarının İstanbul’a gönderilmesi Osmanlı başkentinde büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Tosun Ahmed Paşa’nın Vehhabileri bozguna uğratması dönemin edebi eserlerine de yansımış, örneğin Aşık Esrarî “Destan-ı Vehhabi” adlı eserinde şu dizelere yer vermiştir;
“Vehhabi der ki beni bilmeyen bilemez
Meydana girmeyince yiğit belli olmaz
Harbim bir girdabdır giren kurtulmaz
Amansız zamansız çok çöllerim var
Mahmut Paşa’m de ki müjdecim geldi
Bonapart (a) yetişti Medine doldı
Cidde’yi, Mekke’yi Tosun’um aldı
Ahmed Paşa gibi genç aslanım var”
Hız kesmeden harekâta devam eden Tosun Paşa, Ocak 1813’te önce Cidde’yi ardından Mekke’yi Vehhabilerden geri aldı. Mekke’nin fethedilmesi ve Kâbe anahtarlarının İstanbul’a ulaşması üzerine Eyyüb el-Ensarî’nin türbesinde görkemli törenler düzenlendi. Ancak Vehhabi tehlikesi tamamen ortadan kalkmış değildi. Suud b. Abdülaziz’in 1814’te ölmesinin ardından yerine geçen oğlu Abdullah b. Suud direnişi sürdürdü ve Tosun Paşa’nın kuvvetlerini yıpratma taktikleriyle zorlamaya devam etti. Çölün iç kısımlarına çekilen Vehhabi birlikleri, Mısır ordusunun lojistik hatlarını ciddi biçimde tehdit ediyordu. Tosun Paşa’nın ani vefatı üzerine Mehmet Ali Paşa, bu kez sertliği ve askeri yetenekleriyle tanınan diğer oğlu İbrahim Paşa’yı 1816’da başkomutan olarak görevlendirdi.

Dir’iye’nin düşüşü
İbrahim Paşa, kendisinden önce yapılan hatalardan ders çıkararak sefere hazırlıklı bir şekilde çıktı. Yanında Fransız ve İtalyan askeri uzmanlar, topçu birlikleri ve doktorlardan oluşan bir heyet bulundurdu. Onun stratejisinde Vehhabi hareketinin toplumsal desteğini de çökertmek önemli bir yer tutuyordu. Bu amaçla Bedevi kabilelerine yüklü miktarda para dağıtarak onları Suud ailesinden kopardı ve böylece ordusunun ikmal hatlarını güvence altına aldı.
1817’de Necid’in içlerine doğru zorlu bir yürüyüşe başlayan İbrahim Paşa, Vehhabi direnişinin tüm önemli noktalarını tek tek kırdı. Rass, Anayza ve Şakra gibi stratejik kaleler uzun ve çetin kuşatmaların ardından Mısır ordusunun kontrolüne geçti. İbrahim Paşa’nın teslim olanlara eman vermesi ancak direnişi sürdürenleri sert biçimde cezalandırması Vehhabi saflarında hızlı bir çözülmeye yol açtı. Sonunda, 1818 yılının Nisan ayında Vehhabiliğin karargâhı ve hareketin kalbi sayılan Dir’iye kuşatma altına alındı.
Beş ay boyunca süren yıpratıcı kuşatma sonucunda erzakları tükenen ve direniş azmi kırılan Abdullah b. Suud, 9 Eylül 1818’de teslim olmayı kabul etti. İbrahim Paşa, Dir’iye’yi tahrip ederek Abdullah b. Suud ile ailesinin önde gelenlerini esir aldı. Abdullah b. Suud önce Mısır’a, ardından da İstanbul’a gönderildi.
Bir isyanın sonu
Abdullah b. Suud ve beraberindekiler Aralık 1818’de İstanbul’a getirildiklerinde, Haremeyn’in kutsiyetini ihlal ettikleri ve hac ibadetini engelledikleri gerekçesiyle önce halka teşhir edildiler. Sorgulamalarının ardından Abdullah b. Suud, 17 Aralık 1818’de Babıali önünde idam edildi. Böylece 1744’te başlayan ve Osmanlı Devleti’ni yaklaşık yetmiş yıl boyunca meşgul eden, Haremeyn’in kutsal konumunu zedeleyerek imparatorluğun dini otoritesini sarsan birinci Vehhabi isyanı ve resmen sona erdirilmiş oldu.
Osmanlı Devleti, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ve oğullarının askeri başarıları sayesinde Hicaz’daki egemenliğini yeniden tesis etti. Ancak aynı süreç, Mehmet Ali Paşa’nın gücünün kontrolsüz biçimde artmasına da zemin hazırladı. Bu durum ise Kavalalı ile yaşanan çatışmalardan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına ve oradan da Tanzimat’a uzanan geniş bir dönüşüm zincirini tetikleyen kritik bir hadise olarak tarihte yerini aldı.









