Sonbahar mevsiminde havaların değişmesiyle beraber ruhumuz da değişiyor. Özellikle bu mevsimde diğerlerine oranla depresyonda artış oluyor. Depresyonun en önemli belirtilerinden biri yemek yeme alışkanlığımızın değişmesi. Kimimiz mutfağın yanından bile geçmezken, kimimiz mutfaktan çıkmayız. Yemek yazarı Aynur Tartan''la yemek alışkanlığımızın ruhumuz üzerindeki etkisini ve yemeğin iyileştirici yönünü konuştuk…
Sonbaharda bedenimizde de, ruhumuzda da değişimler oluyor. Bu değişime ayak uydurmak için C vitamini açısından zengin beslenmeli. Zaten topraktan, ağaçtan, denizden sofraya şöyle bir bakacak olursanız sebzelerin, meyvelerin daha yeşil balıklarınsa daha yağlı olduğunu görüyoruz. Kereviz, karalahana, lahana, Brüksel lahanası, turp, ıspanak, karnabahar, brokoli, arapsaçı, ebegümeci, hindibağ, ısırgan, kenger, turp otu, şevketi bostan. Balık olarak, Sardalye, palamut, istavrit, lüfer, hamsi. Meyvelerde, İncir, ayva, nar, armut, mandalina, dağ meyveleri, ahududu, hünnap, kızılcık, kuşburnu, yabanmersini, sonbaharın olmazsa olmazları.
Tabi mis kokulu, bol şifalı bitki çaylarını da unutmamalı.
Herkesin depresyonu yaşayış biçimi farklı. Kimi yemeden, içmeden, hayattan kesiliyor kimi kendini mutfaktan, yemekten alamıyor. Bana öyle geliyor ki depresyondayken az yiyenler sanki daha duygusal, daha hassas, daha narinler. Hayatla bağlarını koparmak ister gibiler. Bir vazgeçmişlik, bir bıkkınlık hali içindeler. Çok yiyenlerse sanki hırslarını, intikamlarını mutfaktan, yemekten almak ister gibiler. Ama tabi bu her zaman böyle olacak diye bir kural yok. Hüznü olmayan, mutlu insanlar da çok ya da az yiyebilirler. Kimi hiç ilaç almadan iyileşir, kimi ilaç almadan ayağa kalkamaz. Depresyon biraz da böyle. Kimi yatakta kıvranır, kimi mutfakta bulur kendini. Yine de mutfağında, sofrasında lezzet olan insanların huzurlu olduğuna inanırım.
Onların ellerinde lezzet, yüreklerinde aşk, gözlerinde ışık vardır.
Tabi ki yemek yemekten ziyade mutfağa girmek daha iyi olur. Çoğumuz için mutfak kuytu bir liman, bir hüzün durağıdır. Böyle zamanlarda insanı bir tek mutfaktaki dostları anlar. Siz anlatırsınız, onlar dinler. En tatlı, en lezzetli, en bereketli terapidir. Hüzünle girdiğiniz o sihirli sığınaktan üreterek, hayata gülümseyerek, hayata tutunarak çıkarsınız.
Her ikisinin de ruha iyi geldiğine inanıyorum. Her ikisinin de yeri ve zamanı farklı. İnsanın ruh haline, o an hayattan ne istediğine, ne beklediğine bağlı. Bazen üretmek bazen tüketmek. Ruh ne istiyorsa, kalp neyi arzuluyorsa onu yapmalı. Kimi zaman mutfağa girip üretmeli. Zamanı unutmalı, mutfağın büyülü dünyasında, baharatların davetkâr kokusunda kendini kaybetmeli. Kimi zaman da tüketmeli. Hiç korkmadan, ''Ahh! Vaah!'' etmeden koca bir dilim çikolatalı pastayı yemeli. Ya da çıtır çıtır el açması, ev böreğine ''Hayır!'' dememeli.
Ege mutfağının hafif ve aktif yemekleri, yemyeşil otları, zeytinyağlıları sanki ruha daha iyi geliyor. Bir kere samimiyet vardır, sohbet vardır, keyif vardır bu mutfakta. Sonra kolaydır, kızartma yoktur, hamur işi yoktur, kırmızı et azdır. Ama lezzeti çoktur, sağlıklıdır, bedenindeki hafiflik ruhuna yansır, hayata bakışına yansır. Ama Ege mutfağı Anadolu insanın, Karadeniz insanın ruhuna iyi gelmeyebilir. İnsanın ruhu ait olduğu topraklarda, o toprağın mutfağıyla, lezzetleriyle, sohbetleriyle, türküleriyle huzur bulur. Ancak o zaman insan kendini iyi ve bütün hisseder. Mesela ruh hali iyi olmayan birinin önüne Ege otlarını koyarsanız, ki hele bir de Egeli değilse kendini çok da iyi hissetmeyecektir. Ya da Anadolu insanın hayatından hamur işini, Karadenizlinin hayatından mısır ekmeğini, hamsiyi, Urfalının hayatından kebabı çekip alırsanız eksik kalacak, mutsuz olacaklardır.
İnsanları yemek zevklerinde de, yeme şekillerinden de tanıyabilirim. Mesela acele, acele yiyenler hayata karşı da aceleci, son dakikacılardır. Küçük lokmalar alarak, aheste aheste yiyenler hayata karşı da ahestelerdir, aceleden, telaştan hoşlanmazlar. Yemeğin en sevdikleri kısmını en sona saklayanlar, mücadeleyi severler ve mücadelenin sonunda mutlaka kendilerini ödüllendirirler. Tabağını kendine göre düzenleyenler; sebzeler bir yana, et bir yana, et asla sebzeye değmemeli diyorlarsa derli, toplu, düzenli insanlardır. Plan-programdan hoşlanırlar, titizlerdir.
Evet. Ege ve Akdeniz mutfağını sevenler; otlardan ve zeytinyağlılardan vazgeçemeyenler, hem bedenlerine hem de ruhlarına özen gösterirler. Hafif ve aktiflerdir. Et ağırlıklı beslenenler; sözü dinlensin isterler. Hamur işi sevenler; değerlerine bağlı ve gelenekseldir. Tatlıcılar; eğlenceli ve meraklıdır. Kalpleri hüzünle dolsa da yüzleri hep güler. Dünya mutfağına gönül verenlerse; yenilikçi ve araştırmacıdır.
Kesinlikle evet. Özenle hazırlanmış bir sofra, emek verilmiş bir tabak, sevgiyle pişmiş bir yemek, hem bedeninizi hem de ruhunuzu besler. Özenilmemiş sofralardan belki beden tok ama ruh aç kalkar. Ruh sadece doyum değil, emek de ister, sevgi de ister, özen de ister. Belki de bu yüzden yemeği yapmak da, sunmak da, yemek de sanattır. Ve sadece bu sanatı bilenler masadan hem bedeni hem de ruhu doygun olarak ayrılır.
Yemek yapmak artık her iki cinsi de çok etkiliyor. Son yıllarda yemeğe, yemek sanatına olan ilgi gittikçe artıyor. Okullar açılıyor, üniversitelerde bölümler kuruluyor, ülkemizde gencecik, yetenekli şefler yetişiyor. Ve anlaşılan o ki yemek yapmak hepimizi gönülden etkiliyor. Artık sadece erkeğin değil kadının da kalbine giden yol midesinden geçiyor.
Malzemeler: Yarım limon suyu, 4 yemek kaşığı zeytinyağı, 1 demet dereotu, 1 kesme şeker, 1 çay bardağı su, 1-2 yemek kaşığı pirinç, 5 orta boy kabak, 1 iri boy kuru soğa, tuz
Yapılışı: Kabaklar çekirdek kısmına gelinceye kadar, kabak soyacağı ile sıyrılır. Zeytinyağında kuru soğan kavrulur, üzerine ince kıyılmış dereotu ve şeker eklenir. 2 dk daha kavrulur, kabaklar ilave edilir. Su, limon suyu, pirinç eklenir, pirinçler yumuşayınca altı kapatılır.